Sevgili okurlar, UTED dergimizde havacılık tekniği konularda yeterli ve iyi yazılar çıkıyor. Ben bu konuların dışına çıkıp biraz gülümsetecek, günlük sıkıntılarınızdan uzaklaştıracak, hoşca vakit geçirecek şekilde kaleme alınmış bizzat yaşadığım, ilginizi çekeceğine inandığım bazı anılarımı nakletmek istiyorum. Yarım asırlık havacılık deneyimimde biriktirdiğim bu anılarımla siz genç meslekdaşlarımı, yıllar önce yaşadıklarımla baş başa bırakmak istiyorum. Umarım beğenir keyfini çıkarırsınız. Yazılarımla ilgili düşüncelerinizi, sorularınızı benimle paylaşabilirsiniz.

 

THY Teknik Eğitim, artık her uçağın tip kursunu SHY/ Part-147 yetkileri altında verebildiği için teknisyenlerin yurt dışında tip kursuna gitmelerine gerek kalmadı. Es­kiden uçak tip kursları başlangıçta, 1-2 defa üretici fir­mada alınırdı. Bu kurslara katılan teknik öğretmelerimiz (hepsini rahmetle anıyorum : Hulusi Uçulaş, Sami Aka­lın, Behzat Gezgiç, Ahmet Unutulmaz), üreticide kurs alıp eğitim materyallerini temin ettikten sonra transpa­rent ve tepegöz kullanarak kendi eğitim merkezimizde tip kursunu verirlerdi. İşte, 1975 yılının Nisan ayında 28 kişilik Teknisyen ve Teknik Yönetici grubu olarak THY’na yeni alınan B727 tip kursunu görmek için ABD-Seattle şehrindeki üretici BOEING’in eğitim merkezine gittik. İşte, aşağıda 8 hafta süren Seattle’daki B727 tip kursu anılarımı okuyacaksınız. Uzun bir yazı olduğu için, UTED dergi koordinatörlüğü tarafından uygun şekilde bölüne­rek tefrika şeklinde yayınlanacaktır.

 

İstanbul’ dan Seattle’a uçuşumuzun özel bir öyküsü var. İstanbul’dan 3,5 saat süren THY uçuşu ile Londra’ya vardık. Londra, o zaman THY’nın en uzak uçuş noktası idi. Ertesi günü Londra’dan TWA uçağı ile yolculuğumu­za devam edeceğiz. (Trans World Airways-17.07.1996 günü TWA800 uçuş numaralı B-747100 uçağın New York’tan kalkışından 12 dakika sonra infilak ederek okyanusa düştüğünü ve 230 kişiden kurtulan olma­dığını hatırlayacaksınız. Bu kaza nedeniyle havacılık camiasında CDCCL-Fuel Tank Safety eğitimi mecburi oldu) Londra’da bir gece otelde kaldık. Bu tarihlerde henüz Türk pasaportlu olanlardan Avrupa ülkeleri vize istemiyordu. Önceden rezervasyonu yapılan otelimize gidip yerleştik. Sonra dışarıya çıkıp gezdik, zamanımız elverdiğince.

 

Seattle, ABD’nin kuzey batı-köşesinde, Los Angeles ise güney-batı köşesinde. Dünya haritasını açıp bakarsanız Londra’nın 52, Seattle’ın 48, Los Angeles’ın da 34. en­lemlerinde olduklarını göreceksiniz. O yıllarda ülkemiz ağır bir döviz sıkıntısı çektiği için, tasarruf tedbirleri uygulanıyordu. Tasarruf düşüncesi ile, biletleri pahalı olduğu için, Londra’dan Seattle’a direkt uçuş yerine Los Angeles üzerinden aktarmalı olarak Seattle’a uçacaktık. İndirimli pass bileti olmasına karşın 28 kişi için yine de oldukça yüksek bir ücret farkı olmalıydı ki böyle acaip bir parkur seçilmişti.

 

Los Angeles-Seattle arası, İstanbul-Londra arası kadar bir mesafe ve bizim yolculuğumuz şu örneğe benziyor­du: İstanbul’dayız, Trabzon’a gideceğiz ama İstanbul’dan önce Adana’ya uçup orada 7 saat kadar bekledikten sonra Trabzon’a uçacağız, daha ucuza geliyor diye.

 

Londra-Los Angeles

Ertesi sabah Londra Heatrow havalimanına geldik ve Los Angeles’a uçacak olan TWA uçağına bindik. Uçak, o zamanın en popüler uzun mesafeli uçağı olan B707. Los Angeles’a uçuşumuz 11,5 saat sürdü. Buna karşın, uçuşumuz batıya doğru olduğu için aynı gün öğle sa­atlerinde Los Angeles’a indik. Pasaport kontrolundan geçtikten sonra bavullarımızı alıp gümrükten geçeceğiz.

 

Los Angeles’da gümrük kontrolu

Çoğumuz Amerika’ya ilk defa gittiği için oraya özgü uy­gulamaları bilmiyoruz. Los Angeles’da hemen her şir­ketin kendine ait terminali var. TWA terminalinin güm­rük salonunda 3-5 tane uzun banko var. Her bankoda bir gümrük memuru görev yapıyor. Bavulumu döner banttan alıp bekleyen yolcu sayısı en az olan bir banko­da kuyruğa giriyorum. Beklerken hem kendi bankomu ve hem de diğer bankoları izliyorum, gümrük kontro­lunda açılıp içi elle iyice araştırılmayan bavul yok gibi.

 

ABD vatandaşları dahil, istisnasız tüm yolcular çanta ve bavullarını bankoya yatırıyor, kapağını açıyor, muayene memuru bavulu eliyle didik didik arıyor, gümrüğe tabi birşey bulamazsa yolcu bavulunu kapatıp ayrılıyor. Ba­vul karıştırıldığı için eşyalar kabarıyor, çoğunun kapağı kapanmıyor, giysilerin bazılarının uçları kapatılan bavul­dan sarkıyor. Seyirlik bir komedi gibi.

 

Yarım saat sonra önümde Amerikalı 80’li yaşlarda bir karı koca kaldı. Eh, sona yaklaştık diyorum ama, o da ne? Gümrük muayene memuru önce bavullardaki tüm eşyaları bankoya boşalttı ve her bir giysiyi tek-tek eli ile kontrol ederek aramaya başladı. Muayene memuru işi öylesine abarttı ki, diş fırçalarını eli ile eğdi, büktü, sapla­rını ışığa tutup içini görmeye çalıştı. Erkek olan yolcunun kolunda duran ceketini alıp kol ağızlarını ve etek kenar­larını eliyle yoklayarak muayene etti. Sıranın bana gel­mesi için daha uzun süre bekleyeceğimi anladım ancak, diğer bankolardaki kuyruklar da uzundu.

 

Çıkıp onlardan birisine girsem gereksiz bir şüpheye ne­den olabilir düşüncesi ile vazgeçtim ve sabırla bekleme­ye devam ettim. Sonunda yaşlı karı kocada gümrüğe tabi bir şey bulunamadı ve 2 yaşlı insan binbir zorlukla bavullarını toplayıp bankodan ayrıldılar.

 

Sıra bana gelmişti. Bavulumu bankoya yatırıp kapağını açtım. Muayene memuru her iki elini bavula daldırarak pullukla tarla sürer gibi her yerini yokladı. İstanbul’dan çıkarken gümrüksüz mağazadan aldığım ve Londra’da bavula koyduğum açılmamış Samsun-216 sigara kartonunu bulup dışarıya çıkardı, üzerindeki yazıları okumaya çalıştı, sonra elinde sigara kartonu bankonun arka ucundaki kürsü görümünde masasına gitti, tele­fonu alıp birisiyle konuştu ve kapattı. Ben, bavulum açık olarak bankoda ya sabır çekerek beklemeye devam ediyorum, tabii benim arkamdaki yolcular da. Muayene memuru bu sırada yanına gelen 1-2 kişiyle kısa sohbet­ler bile yaptı.

 

Koklama Uzmanı

Tahminen 5 dakika sonra, sumo güreşçisine benzer 150 kiloluk, kafasında kırmızı jokey şapka, bahçevan giysili zenci bir adam salına salına zorlukla yürüyerek masanın başına geldi. Muayene memuru ona bir şeyler söyledi ve Samsun-216 kartonunu verdi. 150 kiloluk adam sigara kartonunu iki eliyle tuttu, gözlerini kapattı ve kartonu uzunlamasına burnunun altından mızıka çalar gibi yavaşca çekerek kokladı. Aynı işlemi bir kere daha kartonun diğer kenarında uyguladı, sigara karto­nunu kürsünün üzerine attı, muayene memuruna bir­şeyler söyledi ve geldiği gibi zorlukla, iki yana sallanarak ağır ağır yürüdü gitti. Sanırım bu adam, bugün eğitilmiş köpeklerin yaptığı görevi yapan bir uyuşturucu koklama uzmanıydı. Muayene memuru sigara kartonunu getirdi, bavula koydu ve bana “kapatıp gidebilirsin” dedi.

 

Bavulumu kapatıp gümrük salonundan dışarıya çıktım. Bizim grup kümelenmiş beni bekliyorlar. “Bu saate ka­dar nerede kaldın, ne oldu?” gibi soruları cevapladıktan sonra dışarıya, sokağa attık kendimizi. Eh, artık Ameri­ka’daydık.

 

TWA Terminalinden Western Airlines Teminaline göç

Los Angeles havalimanı terminal binaları o zamanlar “U” harfi şeklinde idi, belki hala öyledir, bilmiyorum. Yan yana değişik havayollarına ait onlarca terminal var. U’nun dışı uçakların bulunduğu apron, iç tarafı ise ter­minal binalarından caddeye çıkış yapılıyor ve ortası da devasa bir açık otopark. Öyle ki, U harfinde en kestirme karşıya geçiş 200-300 metre.

 

Bizim, TWA terminalinden dışarıya çıktığımız yerden tam karşıya geçip bizi Seattle’a uçuracak olan Western Airlines’ın terminaline gitmemiz gerekiyor. Grup lide­rimiz Tibet Giray, terminaller arası bir servis otobüsü olup olmadığını araştırdı. Maalesef yokmuş. Ya U harfi iç kenarı boyunca yaya kaldırımında yürüyeceğiz ki, 1,5 - 2 kilometre kadar tutuyor veya otoparkın içinden, araba­ların arasından kestirme gideceğiz. Biz yorgun savaş­çılar kestirme yolu tercih ettik ve ellerimizde bavullarla otomobillerin arasına daldık. Bir bavulu olan bavulunu önde tutarak iki araba arasından rahatlıkla geçebiliyor. Fakat iki bavulu olanlar arabaların arasındaki boşluk dar geldiği için geçemiyor.

 

Bir bavulla 2-3 araba kadar ileriye gidip bavulu bırakıyor, geriye dönüyor, ikinci bavulunu alıp ilerde bıraktığı birinci bavulun yanına götürüyor. Bu arada sahipsiz kalan ba­vulun çalınmasından korkulduğu için çift bavullu arka­daşlar birbirlerine yardım ederek bavul nöbeti tutuyorlar. Bu durum mehter takımının yürüyüşüne benzetilebilir. Sonunda bu 200-300 metrelik mesafeyi grup olarak bir saate yakın bir zamanda ancak alabildik ve kestirme yolu tercih etmenin dayanılmaz zevkini(!) yaşadık.

 

Sonunda, Western Airlines’ın terminaline erişip içeriye girdik. Bizi Seattle’a götürecek uçağın kalkış saati 19.45. Tam 7 saat orada beklemek zorundayız. Biletlerin ucuz olmasının nedeni de bu uçuşa yeterli sayıda yolcu bulu­namaması imiş. Anladığımız kadarıyla şirketin bu uça­ğa ertesi günün erken saatlerinde Seattle’de ihtiyacı var, Los Angeles’tan boş uçmamak için fiyatları indirmiş. Ayrıca terminaldeki duvar ilanlarında bu uçuş sırasında bedava şampanya dağıtılacağı yazılı (Free Champagne Fligt). Tibet Giray, check-in bankosundaki görevlilere ba­vullarımızı erkenden teslim edip edemiyeceğizi sordu, kabul etmediler, uçuşa daha 7 saat var, sonra bavulları­nız dünyanın bir başka yerine gidebilir demişler.

 

Biz de, bavullarımızı terminalin bir köşesine üstüste yığdık. Aramızdan birkaç gönüllü çıktı bavulları bekle­mek için. Diğerleri terminalin içinde veya dışında çevre tanıma gezisine çıktı. Karnı acıkanlar otopark içindeki fast food dükkanlarında sorunu halletti. Jet-lag ne­deniyle 1-2 saat sonra hepimizde yorgunluk ve uyku hali başladı. Saat öğleden sonra 3 olmasına karşın batı Avrupa saati ile ertesi gün, gece yarısı 01. Terminalde uzanacak, uyuyacak bir yer yok. Mecburen bavullara dayanıp sütçü beygiri misali ayakta kestirmeye, dinlen­meye çalışıyoruz.

 

Saat 19:00 da uçağa yolcu almaya başladılar. Yerleri­mize oturunca yapılan anonstan uçağın Seattle’dan önce Portland’a da ineceğini öğrendik. Bu haber üzerine hemen herkes Tibet Giray’a yükleniyor; “böyle yolculuk mu olur, 15 saattir yollardayız, daha 10-12 saat yolda kalacağız” diye. Tabii onun bir kusuru yok ama orada sataşacak başka bir yönetici yok. Tibet Giray da yatıştırıcı sözler söyleyerek arkadaşların sinirini bastırmaya çalışı­yor. Tibet Giray’ın eşi ve mühendis Atıl Turan, eşi, annesi ve bir buçuk yaşlarında olan kızı Eser de var. Eser, pem­be-beyaz tenli, kumral bukleli saçları, iri gözleri ile bizim ekibin sevgilisi olan bir bebek. Gezdirmek için puseti kapanın elinde kalıyor.

 

Los Angeles-Portland-Seattle

Londra’da, otelde uyandığımdan bu yana gözümü kırp­mamıştım. Yolculukta uyuyamamak gibi kendime zarar sevimsiz bir özelliğim olduğundan bu son uçuş bo­yunca da uyuyamayacağıma inanıyordum ama, kalkışı takiben cam kenarındaki koltuğumda sızıp kalmışım.

 

Derken kuvvetli bir sarsıntı, gürültü ile uyandım, En arkadan 4-5 koltuk önde, sağ sıranın cam kenarında oturuyordum, dışarıya baktım, uçak henüz inmiş, pistte yavaşlamaya çalışıyordu. Yanımda oturan Çetin Biber’e “Seattle’a geldik mi? ” diye sordum. “ Yok abi, şimdi Portland’a indik, buradan kalktıktan sonra 45 dakika daha uçup Seattle’a varacakmışız” dedi. Uçak park yerine giderken karanlıkta pantolonumun ön tarafının ıslak olduğunu anladım. Parmak uçlarımı koklayınca idrar gibi ekşi koktuğunu anlayıp baygın gibi uyurken herhalde tuvaletimi kaçırmışım diye panik oldum. Kabin loş olduğu için okuma ışığını yakıp baktım, gerçekten pantalonumun önü ıslaktı.

 

Çetin Biber’e “Çetin, benim pantalonumun önü ıslak ve ekşi kokuyor, derin uyku sırasında kaçırdım mı acaba?” diye sordum.

 

Çetin; “yok abi, sen ölü gibi uyuyordun, uçuşta şampan­ya dağıttılar. Servis sırasında aniden çok kötü bir türbü­lansa girdik, sarsıntılar uzun sürdü ve öyle kuvvetliydi ki, servis arabasındaki iampanya şişeleri devrildi, bazı yol­cuların bardakları ellerinden kaçıp havaya uçtu, kemeri bağlı olmayan yocular koltuklarından yukarıya fırladılar, alışık olmamıza karşın biz bile çok korktuk, senin bu olaylardan hiç haberin olmadı, pantalonunun ıslaklığı bardaklarımızdan saçılan şampanya olmalı” dedi.

 

Kalkıp tuvalete gittim, ıslak mendille pantalonumu sile­rek ekşi şampanya kokusunu azaltmaya çalıştım. Tabii ıslaklık daha da arttı ama, Allah’tan kabin loş olduğun­dan diğer yolcular görmüyorlardı bu durumu.

 

Portland’dan 30-40 dakika sonra kalkarak yarım saatlik uçuş sonrasında gece 12 civarında Seattle’a indik. Yurt içi uçuş olduğu için Los Angeles’daki gibi bir pasaport-gümrük kontrolu yoktu, bavullarımızı alıp terminalden dışarıya çıktık ve bizi bekleyen BOEING firmasının gönderdiği otobüse binerek gecenin karanlığı içinde önceden rezervasyonu yapılan otelimize doğru yola çıktık.

 

Amerika’da rezalet pis bir otel

Otobüs şehrin ana caddelerinin birisinde, şimdi ismini hatırlamadığım bir otelin önünde bizi indirdi. (Yazımı ya­yımlanmadan önce e-mail ile halen Boeing Seaatle’da çalışan Tibet Giray’a göndererek yazdıklarımı denetle­mesini istedim. Yazdıklarımın tümünün doğru olduğu­nu, bir katkıda bulunması gerekirse şehir merkezindeki pis apart otelin adının “Commodore” olduğunu bildirdi, kendisine teşekkür ediyorum)

 

Otobüsten bavullarımızı alıp otele girdik. Lobi grubu­muzun tamanını almadığı için bir kısmımız dışarıda caddede kaldık. Grup liderimiz Tibet Giray receptiondan, 2 kişiye bir oda şeklinde, odaların anahtarlarını aldıkça ismi sesleniyor, anahtarını veriyor, anahtarını alanlar odalarına gidiyordu.

 

Ben caddede bekleyenlerdenim. İçeride ne kadar eksilme var diye otelin cam kapılarından bakmaya çalıştığımda camların içerisini görmeye mani olacak kadar pis olduğunu farkettim. Sonunda ismim okundu. Kapıdan içeriye girerken yerdeki paspas görevi yapan koyu renkli Halıflex’in ayak basılan yerlerinin kirden siyah muşamba gibi olduğunu gördüm. İlk görünüm, bu otelin inanılmayacak derecede pis bir otel olduğu idi. Anahtarı alıp beraber kalacağım arkadaşla kata çıktık. Asansörden çıkınca koridordaki kesif idrar ve yemek kokusu genzimizi yaktı. Odamıza girdik, leş gibi kirliy­di. Bavullarımızı yere koyduk, yataklarımıza eğreti bir şekilde oturduk ve otelin pisliğini konuşmaya başladık. En az 1 haftadır değiştirimediği belli olan çarşafları olan yatağa giremiyeceğimiz için gece uyanık kalmaya karar verdik. Yarım saat sonra koridorda konuşan, tartışan arkadaşlarımızın seslerini duyduk. Bu otelde yatılmaz diye lobiye inip orada sabahlamaya karar vermişlerdi. Biz de lobiye inmeye karar verdik. Lobiye indiğimizde bizden önce inmiş 5-10 arkadaş daha vardı. Koltuklara oturup durumu tartışmaya başladık. Kısa süre sonra grubun yarısı lobideydi ve hepsi bu otelde yatılamayaca­ğına karar vermişti.

 

Böylesine pis ve adi bir otelin Amerika (yıl 1975) gibi zengin ve konforlu bir ülkede olabileceğine bir türlü inanamıyorduk ama, gerçekle yüz yüzeydik. Günlük yurtdışı harcırah yanılmıyorsam 24 dolardı. Otel dahil her türlü giderimiz bu para ile yapılması zorunluydu. Boeing’ten otel rezervasyonu istenirken ucuz otel tercihi belirtilmiş, onlar da ucuz diye bu pis oteli bulmuşlardı. Kendi aramızda durumu grup liderine haber vermeyi konuştuğumuzda, sabaha az kaldığını, Tibet beyi eşinin yanında rahatsız etmenin saygısızlık olacağını düşüne­rek, sabahı beklemeyi yeğledik. Derken Atıl Turan, an­nesi ile yanımıza geldi. Kızı Eser pusetinde uyuduğu için eşi odada kalmıştı. Kısa bir süre sonra Tibet Giray’ın eşi de yalnız olarak lobiye, yanımıza geldi. Böylesine pis bir otelde kalamayacağını, bunu Tibet’e söylediğini, onun da kendisine hak verdiğini ancak, gece yarısı sorunu çö­zemeyeceğini, sabahı beklemek gerektiğini söylediğini, ama kendisinin o pis odada daha fazla kalamayacağını ve lobiye inip oradaki arkadaşlarla koltuklarda sabahla­yacağını söyleyerek odadan ayrıldığını anlattı.

 

Arkadaşlardan birisi bavulundan iskambil kağıtlarını alıp getirdi, koltukları yaklaştırdık ve 51 oynamaya başladık. Bir süre sonra Tibet Giray hariç hemen herkes lobidey­di, resepsiyon görevlisi de şaşkın bakışlarla buna bir anlam vermeye çalışıyordu. Kısa bir süre sonra Tibet Giray da yanımıza geldi. Bu pis otelde kalınamayacağını kabul ettiğini, ancak otel rezervasyonunu yapan Boeing olduğu için onların yardımı ile sabah olunca başka bir otel bulunabileceğini söyledi. Bazı arkadaşlarımız bizden önce B727 kursuna gelen arkadaşlarından öğrendiği Camlin Otel ile City Center Motel’in isimlerini ortaya attı. Gecenin bu saatinde ne yapılabilir diye düşünürken ara­mızdan İngilizce bilenlerden iki grup yapılması, aramız­da para toplayarak 2 taksi ile bir grubun Camlin otele, diğer grubun da City Center motele giderek konuşmala­rı ve dönüşlerinde getirecekleri haberlere göre hareket edilmesi kararlaştırıldı.

 

Taksiler tutuldu ve 2 grup bu otellere gittiler. Tahminen bir saat sonra geriye geldiler. Gidilen otellerin hiçbirinin grubun tamamını alamadığı, grup ikiye ayrılırsa bu iki otele gidilebileceğimiz anlaşıldı. Yeni otellerdeki boş ya­tak sayısına göre grup ikiye ayrıldı, ayrılacağımız otelin resepsiyon görevlisi ile durum konuşuldu. Adam, önce­den bağlanmış bir rezervasyon olduğu için ayrılmamıza şiddetle itiraz etti ama, “sorunu rezervasyonu yapan Boeing ile halledersin” denildi, kapıdan geçen bir taksi çevrildi, durum anlatıldı, şoförü telsizle daha fazla taksi gerektiğini anons etti. Arka arkaya gelen taksilerle yeni otellerimize vardığımızda artık gece yarısı saat 03:00 olmuştu. Kaç saattir uykusuz olduğumuzu siz hesap­layın artık.

 

Hollywood filmlerinden lüks ve konfor ülkesi olarak tanıdığımız, heyecanla ve merakla geldiğimiz Amerika, umduğumuz kadar modern ve temiz bir ülke değildi bizim için artık. Adi ve pis bir otel kafamızdaki Amerika efsanesini yıkıp yok etmişti bir-iki saat içinde.

 

İşte, hava alanları, oteller ve iletişim kurulan ilk insanlar, yabancı insanlar üzerinde unutulmayan etkiler yara­tıyor. Bu nedenle bir ülkeye ilk defa gelen yabancıların karşılaştıkları hava alanları, terminal binaları, oteller ve orada çalışan insanlar o ülkenin imajı için gerçekten çok önemli.

 

Yazının 2. ve son bölümünde buluşmak üzere.

Sevgiyle kalın.

1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği