1926’dan 2026’ya bir bakış… Gazi’nin Sivastopol’dan görünen beş yüz metrelik heykeli, gramofonlu uyandırma makinesi, sadece düğmeye temas suretiyle dünyanın tekmil havadisini tekrar eden telsiz telefonlar, müteharrik kaldırımlar, hava otomobilleri ve daha neler… Gelecek tasarımlarıda havacılığın yeri açısından önemli bir yazı...
Gelecekle ilgili öngörülerde bulunmak insanoğlunun eski alışkanlığı. Astronominin deforme hali astrolojiden, bütün çeşitleriyle fallara kadar birçok şaibeli “ilmî” uğraş gelecekle ilgili öngörülerde bulunur, bugün artık bilimsel bir disiplin sayılan fütüroloji de…
Edebiyatta da örneklerine rastlanır gelecekle ilgili öngörülerin. Jules Verne’nin insanın hayal sınırlarını zorlayan romanları, Herbert George Wells ya da bildiğimiz adıyla H. G. Wells’in öncü eserleri hep gelecekten haberler verir.
Bu öngörülerin kimi gerçekleşir, kimi de ham hayal olarak kalır. Örneğin Jules Verne’nin eserlerindeki birçok öngörü geçtiğimiz yüzyıl boyunca gerçekleşti. Aya seyahatten, denizaltılara kadar. Bu nedenle dünyanın ilk nükleer yakıtlı denizaltısına, Verne’nin Denizler Altında 20 Bin Fersah adlı eserinden ilhamla Natilius adı verildi.
Bir başka öncü olan H. G. Wells’in eserlerindeki öngörüler ise gerçekleşmelerini görmek için beklenmesi gerekenlerden... Görünmez Adam, Dünyalar Savaşı, Zaman Makinası, Dr. Moreau’nun Adası gibi eserleri, hem bilimkurgunun ana temalarını belirleyen, hem de defalarca filmi çekildiği halde tüketilemeyen romanlar. Wells’in gerçekleşmesi en yakın öngörüleri ise Görünmez Adam’daki görünmezlik ve Dr. Moreau’nun
Adası’ndaki genetik denemeler… Görünmezlik çalışmalarında oldukça iyi sonuçlar alınıyor. İnsan üzerinde genetik çalışmalarla ilgili birçok yasal engel olsa da yarın ne olacağını kim bilir?
Bizdeki fütüristik eserler…
Aslında az da olsa Türkiye’de de gelecekle ilgili öngörülerde bulunulan eserler kaleme alınmış. Ancak bu eserlerin birçoğu bilimkurgudan çok siyasi kurgu örnekleri… Örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara adlı romanı böyle bir eserdir. 1932 yılında yayınlanan roman üç bölümden oluşur. İlk bölümünde Milli Mücadele dönemi anlatılır ve bu dönemin ruhu yüceltilir. İkinci bölümde ise Milli Mücadele sonrası 1932’ye kadar olan dönem tasviri vardır ve büyük bir hayal kırıklığının izleri görülür. Üçüncü bölüm fütüristik bir bölümdür ve aslında öngörüler sadece bu bölümdedir. 1932’den sonra büyük bir değişim yaşayan Türkiye, Milli Mücadele ruhunu tekrar yakalar ve güçlü, modern ve tam anlamıyla Batılı bir ülke olmayı başarır. Bu büyük sıçrayış ise 1932 yılında açılan Halkevleri sayesinde olacaktır.
Ancak kitabın 1960’lardaki bir baskısına önsöz yazan Yakup Kadri, Ankara’nın üçüncü bölümündeki Türkiye’ye henüz ulaşılmadığını ve romanın ikinci bölümündeki Türkiye’de kaldığımızı belirtir. Kısacası yazar kendi öngörülerinin gerçekleşmediğini itiraf eder.
Bu örneklerin birkaçına da 1930’lu yıllar boyunca özellikle Halkevleri ve okullarda sergilenen piyeslerde rastlanır. Bu eserler de Ankara romanındaki gibi, devrimler sonrasında gerçekleşmesini umdukları modern Türkiye’yi tasvir ederler.
Gazeteler ve dergilerdeki örnekler…
Gazete ve dergilerdeki örnekler ise daha çok gündelik olaylarla ilgili göndermeler içeren fütüristik yazılar ve
çizimler… Örneğin İstanbul’da ulaşımla ilgili sorunlar yaşandığında 100 yıl önce bile gelecekte yapılacak boğaz köprüsü karikatürleri yayınlanarak belediye eleştiriliyordu. Bazı yazılar ve çizimler ise çok daha ilginç gelecek öngörüleri içerebiliyordu.
Örneğin 20 Mart 1926 tarihli Resimli Gazete’de yayınlanan “Yirmi Birinci Asırda Torunlarımız Nasıl Yaşayacak?”
başlıklı yazı gibi.
Yazının birkaç cümlelik girişi, tam bir fütüristik metin ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Konumuz yirmi birinci yüzyılda büyük bir şehirde yaşayan birkişinin gündelik hayatı. Ne yazık ki imzası bulunmayan yazarımız, burada anlatılanların belki de yirmi birinci yüzyıldan önce görülebileceğini de eklemeyi unutmuyor:
“Fennin her günkü terakkisi, içinde yaşadığımız yirminci asrı on dokuzuncu asırdan o kadar çok ayırmıştır ki yirmi birinci asırdaki yaşayış için bu gidişle fevkalade tahviller ve tekâmüller husulünü tasvir etmek (değişim ve gelişmelerin gelip çatmasını hayal etmek) yanlış olmayacaktır. Bu makale yirmi birinci asırda büyük ve medeni bir şehrin manzara ve hayatını ve orada ikamet eden yirmi birinci asırlı bir zatın bir günlük yaşantısını fennin bugünkü hazırlıklarına göre tasvir etmektedir. Bugünkü hayata göre bazı noktaları hülyâ-âmiz (hayale sürükleyen) görünse bile bir kısım terakkiyatın belki de yirmi birinci asrın hululünden (girmesinden) evvel idrak edilmesi de mümkündür.
Yirmi Birinci Asırda Bir Gün…
İsimsiz yazarımız yirmi birinci asırda yaşayan kahramanının adını Demir Orhan koymuş. “Orhan” ikinci Osmanlı Padişahının adı olsa da neticede bir Türk adı olduğu için seçilmiş olmalı. “Demir” ise yazarımızın 2026 yılında sanayileşmeyi başarmış olacağımıza olan inancının göstergesi olsa gerek. Maceramızın başında bir “akıllı evde” oturduğu anlaşılan Demir Orhan Bey yatağından bile kalkmadan yüksek teknolojik ürünlerle güne başlıyor…
“2026 senesi Martının birinci günü sabahleyin saat yedide Demir Orhan Bey’in İstanbul Boğazı’na nazır olan yatak odasının panjurları henüz kapalıdır. Demir Orhan Bey, henüz uyumakta bulunuyor. Derken yatağın başucundaki gramofon uyandırma makinesi harekete gelerek tatlı bir ahenk ile beyi uyandırıyor. Demir Orhan Bey gözlerini açınca el yordamıyla bulduğu bir düğmeye basıyor. Derhal pencerelerin bütün panjurları açılarak odaya güzel bir bahar güneşi doluyor. Orhan Beyin yatak odası zevk ile döşenmiştir. Zaten yirmi birinci asırda insanlar evlerini süslemek için fazla zengin olmak ihtiyacında değildirler. Yatak ucuz mevaddan (malzemeden) yapılmıştır. Eski kumaşlar, yünler, pamuklar ve kuş tüyleri şimdi kullanılmıyor. Yastıklar hava ile dolmuş olup, bu havanın harareti de bu mevsime göre değişir. Tuvalet yeriyle hamam yeri hemen oracıktadır. Bütün gece kapalı olmakla beraber odanın havası hiç bozulmamıştır. Çünkü bisut-u müceddit (yenilenen) hava vasıtasıyla daima kendi kendine değişir ve duvarların arasındaki elektrik cihazı soğuk mevsimlerde her tarafa meddal bir hararet tevzi eder. İşte Demir Orhan Beyin Anadolu Hisar tepesinde İsmet Paşa Caddesinin üzerindeki binanın 45’inci katında işgal ettiği dairenin vaziyeti budur.”
Evet, Demir Orhan Bey’in akıllara durgunluk veren odası böyle tasvir edilir. Ancak odada bulunanlar bu yüksek teknolojik ürünlerle sınırlı değildir. Hatta daha ilginçleri, “periler mi yaptı” dedirtecek olanları yeni başlamaktadır. Otomatik asansörle servis edilen kahvaltı, özel kanallardan “dinlenebilen” tematik gazeteler ve daha neler:
“Demir Bey yattığı yerde karyolanın kenarındaki küçük dolaba doğru seslenir: “Sıcak bir kakao!” Birkaç dakika sonra dolap kendiliğinden açılarak sabah kahvaltısı kendiliğinden meydana çıkar. Fakat bunu yapan masallarda olduğu gibi periler değildir. Dolaptaki mikrofon Demir Orhan Beyin sesini aşağıdaki kapıcıya getirmiş ve kapıcı da
bizzat-i müteharrik (kendi kendisine çalışan) bir asansörle kahvaltıyı dolaba yüklemiştir. Demir Bey bir taraftan kahvaltı ederken bir taraftan da sabah gazetesini dinler. Çünkü yirmi birinci asır konforuyla mücehhez (donanımlı) olan bütün evler istenilen saatte dünyanın tekmil havadisini tekrar eden bir telsiz telefonla münasebetdardırlar. Bunun içinde elektrik saati gibi bu aletin içine bir madeni para koymak kifayet ediyor. Demir Orhan Bey siyasi havadisten usanınca düğmeyi tazyik ediyor. Bu defa iktisadi haberler başlıyor. Böyle sadece düğmeye temas suretiyle istenilen havadisi, baş makaleleri, edebi, ticari, mizahi her türlü yazıları ve bulunduğu şehir ile bütün dünyanın haberlerini dinleyebiliyor.” İsimsiz yazarımızın teknolojik gelişmeler konusundaki basireti ne yazık ki giyim kuşam konusunda sınıfta kalıyor. Gelecekte giysiler için “rahatlarız herhalde” diye düşünmüş olmalı amma “rahatlığı” biraz abarttığı şüphesiz:
“Gazetesini kâfi derecede okuduğu yani dinlediği zaman artık yatağından kalkarak giyiniyor. Fakat elbise bugünkü gibi işkenceli değildir. Yirmi birinci asırdaki erkekler kadim Roma ve Atina’da olduğu gibi basit ve sade bir harmaniye ile örtünmekle iktifa ederler. Çünkü hem her türlü harekete müsait hem de yirmi birinci asır doktorlarınca her veçhile müreccahtır (tercih edilir). Giyinmek meselesi de bittikten sonra Demir Orhan Bey artık işine gitmeye hazırdır.”
Evet, Demir Orhan Bey işine gitmeye hazırdır. Peki, Anadolu Hisarı’ndan ta Bakırköyü’ne nasıl gidecektir? 2026’da İstanbul’da ulaşım diye bir sorun kalmadığı için tek sorun, Demir Beyin hangi “nakil vasıtasını” tercih edeceğidir. Hareketli kaldırımlar, her sokağın altındaki yeraltı şimendiferleri yani metro, hava otomobili ve hatta sema vapurları... Bu arada Boğaziçi’nin iki tarafını yekdiğerine alttan ve üstten bağlayan köprü ve tüneller de unutulmamalı:
“Bir müddet hangi nakil vasıtasını tercih edeceğini düşünür. Müteharrik (hareketli) kaldırımlar insanı arzu ettiği yere götürebilir. Hemen her sokağın altında hariçten görünmeyen şimendiferler var. Boğaziçi’nin iki tarafı hem alttan hem üstten yekdiğerine birçok noktalarda bağlıdır. Hisarlar arasındaki asma köprü kendi semtine en yakındır ama bu sabah biraz acele gitmek istediğinden Demir Orhan Bey hava otomobilini tercih ediyor. Odasının yanındaki asansörle binanın damına yani kırk beşinci katın üzerine yarım dakikada çıktıktan sonra işaret edeceği bir hava otomobilinin geçmesini bekliyor. Bütün boğazın mavi seması büyük bir liman gibi türlü şekilde hava otomobilleriyle, sema vapurlarıyla doludur. Boğazın iki sahilindeki tepelerin üzerinde sanki acayip ve harikulade bir kuş sürüsü dolaşıyor zannedilir. Demir Bey geçen bir hava otomobiline işaret ederek biniyor. Sabahleyin işlerine giden adamların ve birçok kadınlı erkekli amele hava otomobillerine binmişler. Boğazın mavi semasını teneffüs ede ede civarı seyrediyorlar.”
Demir Orhan Bey ve yol arkadaşları kadınlı erkekli amele, İstanbul’u seyrederken geleceğin İstanbul mimarisiyle ilgili de bilgileniyoruz. Eski eserlerin pek kalmadığı bir İstanbul hayal eden isimsiz yazarımız, sadece birkaçının hala ayakta olduğunu söylüyor, diğer binalar İstanbul’un siluetini bozmuş gibi:
“Süleymaniye, Ayasofya gibi bazı eski mebani (binalar) hala durmaktadırlar. Çelikten mamul elli, altmış katlı binalar arasında müzeyyen (süslü) bahçeler ve bunların arasında da Türk meşâhirinin (meşhurlarının) heykelleri görünüyor.”
Peki, kim bu meşhurlar? 2026 yılında İstanbul’u kimlerin heykelleri süsleyecekmiş? İşte cevabı:
“Yirminci asır başındaki büyük Türk inkılap ricalinin heykelleri şehre tarihi bir manzara bahşetmektedir. Bunların arasında Eski Yuşa ve şimdi Gazi Tepe denen dağın üzerinde beş yüz metrelik muazzam Gazi abidesi altından sütunlarıyla gündüzleri, yüz bin mumluk elektrik kuvvetiyle de geceleri bir güneş gibi ta Sivastopol sahillerinden görülüyor.” Sivastopol’dan görünen beş yüz metrelik heykel, Gazi’nin ilk heykelinin Sarayburnu’na dikildiği 1926 yılı için oldukça “hülyâ-âmiz” değil mi? Gelelim Demir Beyin çalıştığı fabrikaya.
Her gelecek tasarımında olduğu gibi bunda da emek sermaye çelişkisi bir biçimde çözülmüş görünüyor ve otomatik üretim bilgisayara benzer aynalar vasıtasıyla kontrol ediliyor:
“Demir Orhan Yeşilköy’deki bir kundura fabrikasında çalışıyor. Orada hem amele, hem sermayedardır. Çünkü yirmi birinci asrın fabrikaları bu şekildedir. Fabrika elli katlık çelikten mamul, fakat zarif bir yerdir. Demir Bey hava otomobilinden inerek çalışma odasına girer. Fakat ortada ne deri, ne kösele, ne de kundura görülmez.
Yalnız bir takım aletler vardır. Koltuğuna yerleşir ve bu aletleri maharetle işletmeye başlar. Karşısındaki ayna bütün fabrikanın on beş, yirmi kişi ile bir asır evvel binlerce adamın yapamadığı kadar kunduranın nasıl muhtelif makinelerden geçerek tam ve mükemmel bir şekle girdiğini göstermektedir.”
Son olarak isimsiz yazarımız, kelime sayısını doldurduğundan olsa gerek Demir Orhan Beyin hayatıyla ilgili diğer ayrıntıları okura bırakır: “Bu tafsilattan sonra Demir Bey’in günlük hayatının diğer teferruatı hakkında kâfi derecede fikir edinmek kolay olur.”