Gökyüzü mavisi, en sevdiğim renk! Planörle uçtuğum zaman gökyüzüne daha da yakın olup, onunla bütünleşmek; beni gerçekten kendimden geçiriyor. Evet, durum bu kadar ciddi!
Sırf bu duyguyu yaşayabilmek için gökyüzünde, termiği bulduk mu kaçırmayanlardanız. Termik, ısınan havanın özellikle dağlara çarpması sonucu oluşan, bizim planörle tırmanmamızı elverişli hale getiren mucizevi hava olayı. Mesela, kırlangıç kuşları termik havayı çok severler. Çünkü yeryüzünden uçuşan börtü-böcek; bu termiğin içine girer ve kırlangıç kuşları da kanatlarını bile kaldırmadan, beslenme fırsatı bulurlar. Planör de kanat çırpmadan ve özellikle termikle uçan bir kuş olduğuna göre; o zaman onu da rahat rahat kırlangıca benzetebiliriz…
Hazır zamanı gelmişken, size bir de, lise yıllarında öğrendiğim bir ilkeyi hatırlatmak istiyorum.
Bernoulli İlkesi
Hava araçlarının havada kalmasını sağlayan en temel prensip lise yıllarında fizik dersinde öğrendiğimiz “Bernoulli İlkesi”dir. Bu ilkeye göre; bir yüzeyden akan akışkanın hızı arttıkça yüzeyi etkileyen basınç azalır. Örneğin bir kağıdı uçlarından iki elimizle tutup üst yüzeyinden üflediğimizde üst yüzeyde bir hava akışı oluşur. Bu hava akışı Bernoulli prensibi gereği kağıdın üstünden etki eden basıncı azaltır. Fakat kağıdın alt yüzeyine etki eden hava basıncı değişmez. Alttan etki eden hava basıncı yukarı doğru bir kaldırma kuvveti oluşturur. Böylece kağıdın tamamı yere yatay bir şekilde durabilir.
Peki bir planör rüzgar olmadan uçabilir mi? Tabii ki hayır… Dozunda olan rüzgar, bizim her şeyimizdir. Rüzgar çorabının ucu yerde olursa, biz de pistten ayrılamayız.
Uçuşlar, iptal olur!
Tüm şartlar tamamsa artık gökyüzüne yükselip, bulutlara dokunabilir, altımızdaki coğrafyayı keşfe çıkabiliriz.
Yaklaşık 7,5-8 kg. ağırlığındaki mantar paraşütümüzü kuşandıktan sonra, planörümüzdeki harici kontrolleri yapıp, kokpitte yerimizi alıyoruz. Tıpkı bir Formula 1 arabasının içine biner gibi oturduğumuzda, kendimizi yere oldukça yakın hissediyoruz. Emniyet kemerlerimizle de sıkı sıkıya uçağa bağlandıktan sonra, sırada hayati kontroller var…
• Spoiler açık olmamalı,
• Fletner kalkışa ayarlı olmalı,
• Bizi fırlatacak olan oto vinçle aramızdaki tel, takılı olmalı,
• Kumandaların (lövye ve sağ-sol direksiyon) hareketleri normal olmalı,
• Altimetremiz sıfıra ayarlı olmalı,
• ve son olarak da kalkış yapacağımız pistte uçağımıza zarar verecek bir nesne olmamalı.
Artık uçuşa dakikalar var… Telsizle bağlantıya geçtiğimiz ilk kişi kuledeki hava trafik kontrollörü. “Kule… Papa, Echo, India, kalkışa hazırdır!“...anonsundan hemen sonra oto vinç operatörüne hızlı bir şekilde “Tel gerildi!.“ diye haykırırcasına bilgi veririz… O da bizi hiç bekletmeden yaklaşık 300 metreye fırlatır.
Sakın yolcu uçağındaki gibi bir kalkış beklemeyin! Çok yanılırsınız!
Süratimiz 70km/h ve kalkış açımız en az 45 derece...
Start kolunu çekip, telle bağlantımızı kestikten sonra, şükürler olsun ki havadayız! Lövyemizi etrafımızdaki tepelere doğru kırıp, termik avcılığına başlarız. Arada bir uçağın altından hava dalgasının vurduğunu hissederiz. O duygu, bizdeki adrenalin hormonunu hayata geçirir ve kendimizi gökyüzünün prensi veya prensesi gibi hissederiz. Sanki her şey bizimdir o saatten sonra.
Arabayla dağ yolunun virajlarını almaya benzer termik içindeki bir sağa, bir sola yatarak tırmanmak…Bir yandan “Bu yükseklikten düşersem ne olur?” düşüncesiyle baş etmeye çalışırken, gözünüzü altimetreden alamazsınız… Daha da yükselmek istersiniz umarsızca! Oksijenin azaldığı fitlere yaklaşmadığınız sürece yükselmek serbest! Yukarıda, planörünüzün küçük camlarını açıp, rüzgarın sesini dinleyebilirsiniz.
Motorumuz olmadığı için bizden başka ses çıkaracak hiçbir şey yok! Şarkı söylemek de serbest! Tek yapmamız gereken eğitmenlerimizin tabiriyle “uçağı kaçırmamak!” Ufuk hattında uçarız, dönüş manevralarında ufuk hattını tararız. Sağ elimiz her daim lövyede, sol elimiz ise fletner ayarı ile meşguldür. Süratimizin tazyiğini fletner sayesinde ayarlarız. En önemlisi de gözlerimiz! Uçuş saatlerinden pek ayırmamaya özen gösteririz. Süratimizin düşmesi bizi tehlikeli durumlara sokabilir. Eğitimlerde Eskişehir - İnönü’nün üstünde perdövites çalışması yaparken, yere doğru hızla çakılıyormuş gibi hissettiğimi de söylemeden geçemeyeceğim. Belki de hayatımdaki en uzun çığlığı atmışımdır, ama bu çığlık, lunaparktaki gondol veya hızlı tren oyuncaklarında attıklarımıza benzemez! Planörü, düz uçuş konumuna geri döndürmemizle birlikte sırtımdan soğuk soğuk terlemiştim. Tam bir çılgınlık, hem de dizboyu olanından! Yine ilk eğitim uçuşumda eğitmen hocam, “demek ki sende bizim gibi delisin“ demişti. “Neden böyle söylüyorsunuz hocam?” dediğimde, bana verdiği cevabın, çok geç olmadan aslında tüm havacıların ortak özelliği olduğunu anlamama sebep oldu. Cevap şöyleydi; “Akıllı insan ayağını yerden hiç keser mi? Havalara uçmak, biz delilerin işi.” Haliyle, bu cümlenin üzerine başka bir cümle kurulamazdı. En güzeli biraz deli olduğumu kabullenip, uçuşun, an be an tadını çıkartmaktı. Yere indiğimizde hafif mide bulantısı ve biraz baş dönmesi hissetmiştim. Normal dediler, geçer dediler. Aklımın havada kalmasına rağmen, yarım saat sonra normale dönmüştüm. Uçmadan önce verilen en önemli tavsiye yağlı yemememiz yönündeydi. Ne kadar kulak asıyorduk, tartışılır. Biz de formülü bulduk. Uçmadan önce avuç avuç sarı leblebi ile besleniyorduk. Midenin suyunu çektiği için, bu mucizevi nohut taneleri, çok işimize yarıyordu. Tahminlerime göre eğitim süresince 200 gramlık paketlerden 10-15 tane tüketmişimdir. Meğer havacıların çoğu leblebinin kıymetini bilirmiş!
Eh, ben de orada öğrenmiş oldum.
“Havacılık, bir yaşam tarzıdır.” Bu cümle ise, İnönü’deki Türk Hava Kurumunun giriş kapısının arka tarafında yazılıdır. Nasıl bir yaşam tarzı peki? Bu cümlenin altı boş olamaz, değil mi? Birkaç paragrafla anlatılacak kadar basit bir mevzu da değil. Sizi, bu yaşam tarzının içine sokmam lazım. Böylelikle, bir sonraki ay sizi nasıl bir yazının beklediğinin de sinyallerini vermiş oluyorum.
Ulu ve ileri görüşlü önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “İSTİKBAL, GÖKLERDEDİR! Aklınızdan
çıkarmayın! Güzel havalı günler dilerim...