Thumbnail
  • 15.08.2023

Lozan Antlaşması’nın 100. Yılı

 

Lozan Antlaşması'nın 100'üncü yıl dönümü. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin uluslararası hukuki temelini oluşturan antlaşmanın müzakerelerine 20 Kasım 1922'de İsviçre'nin Lozan şehrinde başlandı. 24 Temmuz 1923'e kadar geçen 8 aylık süre içerisinde çetin müzakereler sonucunda imzalandı ve Sevr Antlaşması'nın yerini aldı.

 

30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan “Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine Dair Mukavelename,” Lozan Barış Antlaşması’nın bir ek protokolü olarak bugüne kadar pek az tartışılmıştır. İnsani, siyasi ve ekonomik açıdan önemli sonuçlar doğuran nüfus mübadelesi; kapitülasyonlar, dış borçlar, Musul ve Boğazlar gibi diğer önemli gündem maddelerinin uzun yıllar gölgesinde kalmıştır. Dünya üzerindeki diğer anti-emperyalist mücadelelere esin kaynağı olan Lozan Barış Antlaşması, 20’nci yüzyılın başında çağına ışık tutmuştur. Ancak Nüfus Mübadelesi Ek Protokolü, günümüz demokratik değerleri açısından tartışmaya açık bir alan yaratmaktadır. 90 yıl aradan sonra Lozan Barış Antlaşması’nı değerlendirirken zorunlu nüfus mübadelesini tüm boyutlarıyla ele almak, insan hakları ve demokrasi kavramlarının yüzyılımızdaki dönüşümünü anlamak açısından da önem taşımaktadır.

‘‘Küçük Asya Felaketi’’ olarak anılan Anadolu macerasının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından ülkeyi terk eden Anadolulu Rumların durumu ve Yunanistan’ın bu mülteci akınına karşı çaresiz kalması sebebiyle Milletler Cemiyeti duruma müdahil olmuştur. Mültecilere insani yardım götürülmesi ve toplumlararası olası çatışmaların önlenmesi açısından, nüfus mübadelesi meselesi Lozan Barış Görüşmeleri’nin öncelikli gündem maddesi olarak ele alınmıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra esir değişimi ve yerinden edilmiş savaş mağdurlarının güvenli bir şekilde ülkelerine dönmelerinin sağlanması konusunda takdire değer bir çaba sergilemiş olan Norveç asıllı diplomat Fridjof Nansen, Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinin de baş aktörü olarak karşımıza çıkmaktadır. Milletler Cemiyeti tarafından Mülteciler Yüksek Komiseri olarak, Türkiye ve Yunanistan arasında arabuluculukla görevlendirilen Nansen, ilk raporunda isteğe bağlı bir nüfus değişimi önermiştir.

Lozan görüşmeleri sırasında Yunan delegasyonunun temel kaygısı, Yunan topraklarına yığılan Anadolulu Rum göçmenlere yer açmak amacıyla ülkedeki Müslümanların bir an evvel Türkiye’ye gönderilmesi ve böylece halklar arası takasın gerçekleştirilmesidir. İsmet Paşa başkanlığındaki Türk delegasyonunun temel amacı ise, İstanbul Rumlarının Yunanistan’a gönderilmesi ve beraberinde Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin de ülkeden taşınmasıdır. Yunan delegasyonunun İstanbul Rumlarının mübadele kapsamına alınmaması talebine karşılık, Türk tarafı da Batı Trakya Müslümanları’nın aynı muameleye tabi olmasını talep etmiştir. Sonuç olarak, taraflar yerleşik anlamına gelen ‘‘établi’’ tanımı üzerinde bir anlaşmaya varmıştır. Bu tanıma göre yerleşik kabul edilerek mübadele kapsamı dışında bırakılacak olanlar, 1912 Belediye Kanunu’yla belirlenen İstanbul şehri sınırları içinde; 30 Ekim 1918 tarihinden önce yerleşmiş olan Rum-Ortodoks ahali ve 1913 tarihli Bükreş Antlaşması’nın saptamış olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş olan Müslüman ahalidir. Bu tanım aynı zamanda Türk-Yunan ilişkilerine uzun yıllar siyasi ve toplumsal anlamda yön verecek olan karşılıklılık (reciprocity) olgusunun da temelini atmıştır.

Sözleşmeye göre, établi tanımının dışında kalan Rum-Ortodoks Türkler ile Müslüman Yunanlar arasında 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu nüfus mübadelesi gerçekleştirilecekti. Mübadele kapsamındaki kişilerden hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ve Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönmeyecekti.

Miletler Cemiyeti raporlarına göre Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi kapsamında; Ege, Marmara, Karadeniz ve Kapadokya bölgeleri başta olmak üzere Anadolu topraklarında yaşayan yaklaşık 1 milyon 221 bin 849  Rum Ortodoks ile Yunanistan’ın Batı Trakya dışında kalan Selanik, Drama, Kavala ve Serez gibi şehirlerinde yaşayan 355 bin 635 Müslüman ahali zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Göçmenlerin yeni yerleşim yerlerinin belirlenmesinde temel ilke, üretimin sürdürülebilirliğidir. Gidenlerin geride bıraktığı üretim açığının telafi edilebilmesi ve aynı zamanda göçmenlerin bir an evvel kendi geçimlerini sağlayabilecek konuma getirilebilmesi için, temelde mesleğe göre bir iskan dağılımı yapılmıştır. Bu geniş kapsamlı göç sürecini, Türk ve Yunan temsilcilerden oluşan, başında ise Milletler Cemiyeti Mülteciler Yüksek Komiseri Nansen’in bulunduğu Karma Komisyon yönetmiştir. Taşınmazların karşılıklarının tespiti, karantina istasyonlarının kurulması ve göçmenlerin taşınması faaliyetleri Karma Komisyon tarafından gerçekleştirilmiştir. Karma Komisyon göç sonrası iskân sürecinde de önemli görevler üstlenmiş, vakıf malları gibi tartışmalı konularda arabuluculuk yapmıştır. Devam eden mülkiyet ve établi sorunlarını çözüme kavuşturmak üzere imzalanan Atina (1926) ve Ankara (1930) anlaşmalarından sonra, 1934 yılında Karma Komisyonu’nun görevi son bulmuştur.

Lozan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi, üzerinde tartışılan pek çok konuyu hükme bağlamakla birlikte bazı meselelere ilişkin nihai çözümler üretememiştir. Özellikle vakıf mallarının takası, günümüzde halen tartışılan konulardan biridir. İnsani açıdan değerlendirildiğinde ise zorunlu göç uygulaması uyum sürecini zorlaştıran etkenlerden biri olmuştur. Din esasına göre yapılan uygulama, özellikle dil konusunda bazı sıkıntılar yaratmıştır. Örneğin; Türkçe konuşan Kapadokya bölgesi Rumları ve Yunanca konuşan Giritli Müslümanlar gittikleri yerlerde önemli sorunlarla karşılaşmışlardır. Yunanistan’dan gelen tütün ekicilerinin Ege’nin üzüm bağlarına yerleştirilmesi ise ekonomik uyum açısından özellikle göçün ilk yıllarında önemli sorunlar yaratmıştır.

Balkanlar’dan Anadolu’ya Müslüman göçü Balkan Savaşları’yla başlayan bir süreçtir ve bu açıdan nüfus mübadelesi bölge insanı açısından yeni bir olgu değildir. Benzer şekilde, Rum nüfusunun Anadolu’dan göçü de yine 1912’den beri devam eden bir süreçtir. Bu bağlamda, yeni olan göçün zorunlu niteliği ve buna uluslararası zeminde meşruiyet kazandırılmış olmasıdır. Günümüz demokratik değerleri bağlamında düşünüldüğünde ise, insan iradesini dışlayan bu tür siyasal çözümler, yol açtığı insani maliyet sebebiyle uluslararası meşruiyetini yitirmektedir. Bu bağlamda, 100 yıl aradan sonra meseleye baktığımızda parçalanmış hayatlara dair pek çok hikayeyle karşılaşmamız tesadüfi bir durum değildir. Gelişen demokratik vatandaşlık anlayışına paralel olarak, mübadele üzerine yapılan siyasi ve ekonomik analizlerin yerini bugün daha çok insan odaklı sözlü tarih çalışmaları, anı, biyografi, otobiyografi ve edebi eserler almıştır. Yükselen kimlik politikaları ve bu noktadaki çözüm arayışları ise mübadele konusuna artan ilginin bir başka nedeni olarak düşünülebilir.

1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği