Thumbnail
  • 15.08.2023

İlk nükleer bombanın babası

Robert Oppenheimer

 

Temmuz ayında gösretime giren Christopher Nolan’ın son filmi,

 atom bombasının mucidi Robert Oppenheimer’ın  “ilk nükleer bombanın babası” olarak anılan esrarengiz bilim insanını ve atom bombasının keşfini anlatıyor. Peki gerçek Robert Oppenheimer kimdi?

 

Tüyler ürpertici bir biyografik drama olan Oppenheimer, ‘Atom Bombasının Babası’ olarak bilinen Amerikalı fizikçi J. Robert Oppenheimer’ın hayatını derinlemesine araştırıyor. Film, Oppenheimer’ın ABD Ordusu için yürüttüğü dünyanın ilk nükleer denemesi olan ve kod adı ‘Trinity’ olan, öncesindeki ve sonrasındaki olayları anlatıyor.

3 saatlik film, Pulitzer Ödüllü ‘American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer’ adlı biyografiden uyarlandı. Ünlü ve tartışmalı fizikçinin yaşam öyküsünü doğrusal olmayan bir tarzda titizlikle takip ediyor. Anlatı, nükleer teste ve bunun yansımalarına yol açan önemli olayları ele alırken, geçmiş ve bugün arasında gidip geliyor. Oppenheimer boyunca sürekli alevler ekranı dolduruyor, öyle ki zaman zaman sanki bin tane volkan bizi içine çekip yutacakmış gibi. Ama Christopher Nolan'ın atom bombasını yaratan ve hayatının geri kalanında bunun ölümcül sonuçlarıyla yüzleşmeye çalışan bilim adamının öyküsünü anlattığı muteşem filmindeki tek ateşli görüntüler bunlardan ibaret değil. Kimi zaman boş bir karanlığın içinde çemberler yarışıyor, kimi zaman turuncu ışık hüzmeleri beliriyor. Oppenheimer'ın kafasının içindeki korkular ya da denklemler böyle betimleniyor. Bu gibi görüntülerin ara ara yer aldığı filmde hiçbir an sağlam bir öykünün ya da olay örgüsünün dışına çıkılmıyor, ama bu gibi imajlar filmin ne denli yaratıcı olduğunu ve kendinden emin bir zeminde ilerlediğini gösteriyor.

Oppenheimer, Nolan'ın olgunluk dönemi filmi. Batman Kara Şövalye üçlemesindeki göz alan aksiyon sekansları ile 20 yılı aşkın süre önce çektiği Memento (Akıl Defteri), ardından Inception (Başlangıç) ya da Tenet'teki akıl oyunları bu filmde harmanlanmış gibi. Buz mavisi gözleriyle filme damgasını vuran Cillian Murphy, karizmatik ama aynı zamanda ürpertici bir karakter olan Robert Oppenheimer'ı mükemmel bir sadelikle canlandırıyor.

Film bizi Oppenheimer'ın Avrupa'daki öğrencilik yıllarından 1930'larda Kaliforniya'da profesörlük yaptığı döneme, ardından devlet sırrı olarak tutulan Manhattan Projesi günlerine götürüyor. Manhattan Projesi kapsamında Oppenheimer ve ekibi İkinci Dünya Savaşı'nı sona erdirmek amacıyla New Mexico'nun Los Alamos bölgesinde son sürat nükleer silah geliştirmeye çalışıyorlar. Cillian Murphy, Oppenheimer karakterinin donuk göründüğü anlarda dahi seyirciyi yalnız bırakmıyor.

Nolan'ın filmi Kai Bird ve Martin J Sherwin'in kaleme aldığı "American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J Robert Oppenheimer" isimli biyografi kitabını temel alıyor. Tam da bu kitabın adının hakkını verircesine modern dünyanın şekillenmesinde rol oynayan ve Washington'daki politika oyunlarının kurbanı olan bir Amerikan kahramanının trajik öyküsü resmediliyor. Film Oppenheimer ile Robert Downey Jr'ın canlandırdığı ABD Atomik Enerji Komisyonu'nun eski başkanı Lewis Strauss arasındaki husumetin çevresinde dönüyor. Nolan'ın filminin senaryosu 1950'lerdeki iki ayrı hükümet soruşturmasına girip çıktıkça gergin bir mahkeme filmi atmosferi yaratırken, uzun geri dönüşlerle Oppenheimer'ın hayatından kesitler de sunuyor. 1950'lerde Oppenheimer bir yandan bir milli kahraman olarak görülürken diğer yandan komünist bir tehdit oluşturduğu yönündeki sahte tehditler nedeniyle güvenlik yetkilerinin sınırlandırılıp sınırlandırılmaması tartışılıyor. Filmin büyük bölümü Oppenheimer'in bakış açısından, renkli ve geniş ekran formatına karşın yakınlık hissi veren bir tasarımla anlatılıyor. Kasıtlı olarak klostrofobik bir his vermesi amaçlanan siyah beyaz bölümlerde ise Lewis Strauss'un bakış açısı aktarılıyor.

Straus'un Ticaret Bakanı olarak atanmasını oylayan ABD Senato Komisyonu'ndaki görüntüleri bir şekilde Nolan'ın Memento (Akıl Defteri) filmini çağrıştırıyor. Zira burada da hikâyenin başta göründüğü gibi olmadığını anlıyorsunuz. Kronolojinin parça parça sunulması etkili bir şekilde ilk sahnelere gölgesini düşüren bir kıyamet hissi yaratıyor.

Christopher Nolan, bu filmde dürüstçe konuşabileceğine inanan, ABD Başkanı Truman'a nükleer silah yarışının önlenmesi çağrısında bulunan bir adamın hikâyesini anlatıyor. Ama Oppenheimer aynı zamanda Hiroşima'ya atom bombasının atılmasının da gerekli olduğunu düşünüyordu. Zira "bir kez kullanıldığında nükleer savaş artık düşünülebilir bir şey olmaktan çıkacak" idi. Bu ilham verici filmin de gösterdiği üzere Oppenheimer'ın en büyük trajedisi kuşkusuz gelecek nesilleri kendi icadından koruyamamasıydı.

Peki gerçek Robert Oppenheimer kimdi?

16 Temmuz 1945'in ilk saatlerinde Robert Oppenheimer, bir sığınakta dünyayı değiştirecek anı bekliyordu. Yaklaşık 10 km ötede, New Mexico'daki Jornada del Muerto çölünde dünyanın ilk atom bombası denemesi gerçekleştirilecekti.

Oppenheimer sinirsel olarak çok yorgundu. Atom bombasını tasarlayan ve inşa eden "Manhattan Projesi"nin direktörü olarak geçirdiği üç yılın ardından 52 kiloya kadar düşmüştü. O gece çok az uyumuş, endişesi ve sigara tiryakisi öksürüğü onu uyutmamıştı. Güneşi gölgede bırakan patlama, 21 kiloton TNT'ye eşdeğer ve şimdiye kadar görülmüş en büyük patlamaydı. 160 km öteden hissedilen bir şok dalgası yaratmış, mantar şeklindeki bulut gökyüzünde yükselirken, Oppenheimer'ın yüz ifadesi "muazzam bir rahatlamaya" dönüşmüştü.

1960'larda yapılan röportajlarda Oppenheimer, patlamadan sonraki anlarda Hindu kutsal kitabı Bhagavad Gita'dan bir dizenin aklına geldiğini söylemişti: "Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi." Sonraki günlerde arkadaşları, "olacakları bildiği için" onun giderek durgunlaştığını ve depresif göründüğünü anlatıyordu. Bir sabah Japonlar’ın başına geleceklere istinaden "Şu zavallı insanlar" ifadesini kullanmıştı. Ama bir süre sonra askeri meslektaşlarıyla yaptığı bir toplantıda, bunları unutmuş, bombanın atılacağı uygun koşulların sağlanmasının önemine odaklanmıştı:

"Tabii ki yağmurda ya da siste atmamalılar... Çok yüksekte patlatmasın, yoksa hedef pek hasar almaz."

Denemeden kısa bir süre sonra Hiroşima'nın "başarıyla" bombalandığını meslektaşlarına duyurduğunda, bir izleyici Oppenheimer'ın "zafer kazanmış bir boksör gibi ellerini başının üzerinde kavuşturup havaya kaldırdığını" fark etmiş, alkışlar yükselmişti. Oppenheimer'ın emeklerinin ürünlerine tanıklık ederken verdiği tepkilerin çeşitliliği ve yaşadığı gelgitler şaşırtıcı görünebilir. Sinirsel kırılganlık, hırs, ihtişam ve hastalık derecesinde kasveti tek bir kişide, hem de bu tepkileri alevlendiren bir projede bu kadar etkili olan bir kişide bir araya getirmek zor.

Biyografisinin yazarları da Oppenheimer'ı bir "muamma" olarak nitelendiriyor: "Büyük bir liderin karizmatik niteliklerini sergileyen bir teorik fizikçi", bir bilim adamı, ama aynı zamanda, bir başka arkadaşının tanımladığı gibi "birinci sınıf hayal gücü manipülatörü". Anlatılana göre, Oppenheimer'ın karakterindeki çelişkiler küçüklüğünden beri var görünüyor. 1904'te New York'ta doğan Oppenheimer, tekstil ticareti zengini birinci kuşak Alman Yahudi göçmeni bir ailenin çocuğuydu. Çocukluk arkadaşları, bu lüks yetişme tarzına rağmen Oppenheimer'ı cömert olarak hatırlıyordu. Bir okul arkadaşı, Jane Didisheim, onu "olağanüstü kolay kızaran", "çok zayıf, çok pembe yanaklı, çok utangaç..." ama aynı zamanda "çok zeki" biri olarak hatırlıyordu. Onun herkesten farklı olduğu belliydi. Dokuz yaşında Yunanca, Latince ve felsefe okuyordu ve mineralojiye kafayı takmıştı. Central Park'ta dolaşırken buldukları hakkında New York Mineraloji Kulübü'ne mektuplar yazıyordu. Mektuplarından onu yetişkin sanmış ve sunum yapması için kulübe davet etmişlerdi.  Bird ve Sherwin, entelektüel yapısının genç Oppenheimer'ın yalnızlığına katkıda bulunduğunu yazıyor. Bir arkadaşı, "Genellikle yaptığı ya da düşündüğü şeyle meşgul olurdu" diye hatırlıyor. "Diğerleri gibi olmadığı için sık sık dalga geçilir ve alay edilirdi." Ama ailesi onun dehasına inanıyordu.Oppenheimer daha sonra "Ailemin bana olan güveninin karşılığını nahoş bir ego ile ödedim" diye yorumlamıştı. Kimya okumak için evden ayrılıp Harvard Üniversitesi'ne gittiğinde Oppenheimer'ın psikolojik kırılganlığı ortaya çıkmıştı. 1923 tarihli bir mektubunda yoğun çalışmasına değindikten sonra "Birkaç kayıp ruhla bilgece konuşuyorum. Hafta sonu düşük dereceli enerjiyi kahkaha ve yorgunluğa dönüştürmek için gidiyorum. Yunanca okuyorum, gaf yapıyorum, masamda mektup arıyorum ve ölmüş olmayı diliyorum" diye yazmıştı.

Alice Kimbal Smith ve Charles Weiner'ın 1980'de derlediği mektuplar, sorunların Oppenheimer'ın daha sonra İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'ndeki lisansüstü eğitimi boyunca devam ettiğini gösteriyordu. Hocası, Oppenheimer'ın zayıf yönlerinden biri olan uygulamalı laboratuvar çalışmalarında ısrar ediyor, o ise 1925'te "Oldukça kötü zaman geçiriyorum," diye yazıyordu. "Laboratuvar çalışmaları çok sıkıcı ve o kadar kötüyüm ki bir şey öğrendiğimi hissetmiyorum."

O yıl Oppenheimer, laboratuvar kimyasallarıyla zehirlenmiş bir elmayı kasten öğretmeninin masasına bıraktığında bir felaketten geri döndü. Hocası elmayı yemedi ama Oppenheimer'ın Cambridge'deki yeri riske girdi; ancak psikiyatriste görünmesi şartı ile devamı mümkündü. Psikiyatrist psikoz teşhisi koydu ama sonra tedavinin işe yaramayacağını söyleyerek Oppenheimer'ı başından savdı. O dönemi hatırlayan Oppenheimer daha sonra Noel tatilinde intiharı ciddi ciddi düşündüğünü söyleyecekti. Ertesi yıl Paris'e yaptığı bir ziyaret sırasında yakın arkadaşı Francis Fergusson ona kız arkadaşına evlenme teklif ettiğini söyledi. Oppenheimer onu boğmaya çalışarak karşılık verdi. Fergusson, "Arkamdan bir bagaj kayışıyla üzerime atladı ve boynuma doladı..." diye hatırlıyordu. "Kenara çekilmeyi başardım ve ağlayarak yere düştü." Görünüşe göre psikiyatrinin başarısız olduğu yerde Oppenheimer'ın imdadına edebiyat yetişmişti. Bird ve Sherwin'e göre, Korsika'da bir yürüyüş tatilindeyken Marcel Proust'un ‘‘Kayıp Zamanın İzinde’’ adlı kitabını okumuş, kitapta kendi ruh halinin yansımasını bularak rahatlamıştı.  Acıya karşı tutum sorunu, Oppenheimer'ın hayatı boyunca ruhani ve felsefi metinlere olan ilgisini yönlendiren ve sonunda ününü belirleyecek olan çalışmalarında önemli bir rol oynayan sürekli bir ilgi alanı olacaktı.

1926'nın başlarında Almanya'daki Göttingen Üniversitesi'nde Teorik Fizik Enstitüsü'nün müdürüyle tanıştı ve orada çalışma teklifi aldı. Bu, onun "fiziğe adım attığı" bir dönüm noktası olacaktı. Burada doktorasını tamamladı; teorik fiziğin gelişimine yön veren bir topluluğun parçası oldu ve hayat boyu arkadaş olacak bilim insanlarıyla tanıştı. Birçoğu daha sonra Oppenheimer'a Los Alamos'ta katılacaktı. ABD'ye dönen Oppenheimer, fizik kariyerine California Üniversitesi'nde devam etmeden önce Harvard'da birkaç ay geçirdi. Bu dönemdeki mektuplarının tonu daha istikrarlı bir zihin yapısını yansıtıyordu. Küçük kardeşine romantizmden ve fizikle ilgilenmeye devam ettiğinden bahsediyordu.

1930'ların başında, akademik kariyerini güçlendirirken, Oppenheimer bir yandan da Hindu kutsal metinlerini keşfetmiş, çevrilmemiş Bhagavad Gita'yı okumak için Sanskritçe öğrenmişti - daha sonra ünlü "Şimdi ölüm oldum" alıntısını ondan yapacaktı. Görünüşe göre ilgisi sadece entelektüel değildi, aynı zamanda 20'li yaşlarında Proust ile başlayan kendi kendine uyguladığı edebi-terapinin bir devamı gibiydi. Bhagavad Gita aristokrat bir ailenin iki kolu arasındaki savaşı anlatan bir hikayeydi ve Oppenheimer'a Manhattan Y Projesi'nde karşı karşıya kaldığı ahlaki soruna doğrudan uygulanabilecek felsefi bir dayanak sağladı. Gita; görev, kader ve sonuçtan bağımsız olma fikirlerini vurguluyor ve sonuçlardan korkmanın eylemsizlik için bir gerekçe olarak kullanılamayacağını savunuyordu. Oppenheimer 1932'de kardeşine yazdığı bir mektupta Gita'ya atıfta bulunuyordu.

1930'ların ortalarında Oppenheimer, aşık olduğu psikiyatrist ve doktor Jean Tatlock ile de tanıştı. Bird ve Sherwin'in anlattığına göre, Tatlock'un karmaşık karakteri Oppenheimer'ınkine benziyordu. Çok okumuş ve sosyal vicdanla hareket eden biriydi. Oppenheimer'ı radikal siyasetle onun tanıştırdığı söylenir. Tatlock'a birden fazla kez evlenme teklif etmiş ama Tatlock onu geri çevirmişti. Oppenheimer, 1940 yılında biyolog Katherine Harrison ile evlendi.

1939 yılında fizikçiler nükleer tehdit konusunda politikacılardan çok daha endişeliydi ve konuyu ABD hükümetindeki üst düzey liderlerin dikkatine ilk olarak Albert Einstein bir mektupla getirdi. Tepki yavaş oldu, ancak bilim camiasında alarm dolaşmaya devam etti ve sonunda başkan harekete geçmeye ikna edildi. Ülkenin önde gelen fizikçilerinden biri olan Oppenheimer, nükleer silah potansiyelini daha ciddi bir şekilde araştırmaya başlamak üzere görevlendirilen birkaç bilim adamından biriydi. Eylül 1942'ye gelindiğinde, kısmen Oppenheimer'ın ekibi sayesinde, bir bombanın mümkün olduğu açıktı ve geliştirilmesi için somut planlar şekillenmeye başladı.

Bird ve Sherwin'e göre Oppenheimer, adının bu projenin lideri olarak geçtiğini duyunca hazırlıklara başladı. O sırada bir arkadaşına "Bütün komünist bağlantılarımı kesiyorum. Bunu yapmazsam, hükümet beni kullanmakta zorlanacak. Ulusa olan yararlılığımı hiçbir şeyin engellemesine izin vermek istemiyorum" demişti.

Einstein daha sonra şöyle diyecekti:

"Oppenheimer'ın sorunu, kendisini sevmeyen bir şeyi, ABD hükümetini sevmesidir."

Vatanseverliği ve memnun etme arzusu işe alınmasında açıkça rol oynamıştı. Manhattan Projesi'nin askeri lideri General Leslie Groves, bomba projesi için bilimsel yönetici olarak Oppenheimer'ı önermiş, bilimsel yeteneklerinin yanı sıra "aşırı hırsına" da dikkat çekmişti.

1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği