13 Kanunu Evvel 1340 yani 13 Aralık 1924 Resimli Gazete’de yayınlanan bir yazı, hem Türk havacılık tarihine hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında tarihimize bakış açısına dair aydınlatıcı nitelikte. Serveti Fünûn ve Milli Edebiyat dönemi edebiyatçılarından ve diplomat Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in imzasıyla yayınlanan yazının yer aldığı derginin kapağında ise “asli görevleri olan savaş dışında uçaklar nasıl kullanılabilir ki” diye düşünülmüş de bulunmuş havasıyla tayyarelerin barış dönemindeki hizmetlerinden söz ediliyor. Uçakların icatlarını izleyen ilk yıllarda oldukça küçük olmaları kargo veya yolcu taşımacılığı için kullanılmalarını engelliyordu.

 

Uçmak fikri önce Doğu’da…
Resimli Gazete’de Penceremden başlıklı bir köşesi olan Ahmet Hikmet, 1870 doğumlu bir diplomat ve yazar. Galatasaray lisesinden mezun olduktan sonra Hariciyede çalışmaya başlamış, aynı zamanda da mezun olduğu okulda öğretmenlik yapmış. Bu arada çeviriyle başladığı edebiyata hikayeler yazarak devam etmiş. Bir de romanı olan Ahmet Hikmet’in babası şair, dedesi ise lakabını aldığı Mora Müftüsüdür. Ahmet Hikmet’in, Penceremden köşesinin bir de alt başlığı var: “Her hafta bir düşünce”… 1920’li yıllarda “fikir” yerine “düşünce” kelimesini kullanması tesadüf değil. Ahmet Hikmet ilk dönemler ağdalı bir dille yazan ve Serveti Fünun çevresine mensup bir edebiyatçıyken zamanla Türkçü fikirlerden etkilenip Milli Edebiyat çevresine geçmiş bir yazar. Ahmet Hikmet, dönemin birçok aydını gibi Türkçülüğü, yaşanan tüm sorunları çözecek bir yöntem olarak görür. Bu görüş onun tarihe bakış açısını da belirler.

 

Ahmet Hikmet yazısına “Uçmak fikri ve hevesi insaniyetin her iptidai fikri gibi, en evvel Şark’ta doğmuştur” cümlesiyle başlıyor. Eski Türklerde ‘cennet’in Türkçe isminin ‘uçmak’ olduğunu hatırlatan Ahmet Hikmet, Hazreti Muhammed’in miracında da “uçmak fikri ve failinin tamamıyla galip” olduğunu vurgular. Hazreti Süleyman’ın havadaki tahtından, Nemrud’un küfründen ve uçurtmasından bahsedip, Eski Yunan’a ve İkarus’a kısaca değinen Ahmet Hikmet, asıl konuya giriş yapar.

 

Ahmet Hikmet, 1870 doğumlu bir diplomat ve yazar…

 

Şark ahalisinden meşhur bir Türk 

Ahmet Hikmet, “Şark ahalisinden meşhur bir Türk, bundan bin seneye yakın bir zaman evvel (393 Hicri, 1002 Miladi) uçmak teşebbüsüne kalkışarak parçalanmıştır” cümlesiyle başladığı kısımda, kahramanımızın hazin sonunu baştan söyler…

Hikmet, bu meşhur Türk’ün sözlük uzmanlığı dolayısıyla Araplarca ‘İmam-ül Luga’ olarak adlandırılan Cevheri olduğunu ekler ve şunları yazar: “Ebu Nasır İsmail Cevheri bin Hammâd-ül Farabi Türkistan’da elyevm Otrar (Atrar) denilen Farab şehrinde doğmuştur. Gençliğinde dayısı İbrahim Farabi’den ve sair ulemadan tahsil ettikten sonra seyahate çıkarak Arabistan’ın her cihetini, Suriye’yi ve Mavera nehir taraflarını ve İran’ı gezmiş ve o zamanki en mühim Arap kabâil-i hâlikî (Arap kabileleri) ile temasta bulunarak topladığı notlar ve lügatler ile ‘Kitab-ül Sahih’ namındaki büyük lügati telif eylemiştir (yazmıştır).” Aslında bu sözlüğün Türkiye için de önemi büyük, çünkü İbrahim Müteferrika tarafından basılan ilk eser olan Vankulu Lügati de bu sözlüğün bir çevirisi. Ahmet Hikmet de bu konuya dikkat çekiyor ve bu sözlüğün, 20. yüzyıl başında bile itibarını kaybetmediğini, Pir Mehmet Vanî Efendi tarafından Türkçeye de çevrildiğini belirtiyor. Cevheri’nin bundan sonra “Arabî sarfına ve edebiyatına dair eser neşrettiğini” ve seyahatleri esnasında hüsn-ü hatta uzmanlaşarak Nişabur’da “pek çok Kuran-ı Kerim ve sair kıymetli kitaplar istinsah eylediğini”, yani el yazısıyla çoğalttığını belirten Ahmet Hikmet, sözü uçuş denemesine getiriyor.

 

Ey cemaat-i Müslümin!
Cevheri bütün hayatını zihnini meşgul ederek geçirmiş ve öğrenilebilecek her şeye vakıf olmuş “müstesna dâhilerden” olduğundan, kuşların uçuşlarını iinceler, sonra taklit için iki büyük kanat eder ve Nişabur’daki caminin damının üstüne çıkar. Ahmet Hikmet, bundan sonrasını şöyle anlatıyor:

“Kanatları beline raptederek orada toplanan ahaliye hitaben:
- Ey cemaat-i Müslümin! Şimdiye kadar yeryüzünde hayli eser bıraktım. Bugün de insan zekasının nelere muktedir olduğunu göstermek için gökyüzünde benden evvel hiç kimsenin yapamadığı bir işe teşebbüs edeceğim.
Diyerek kendisini damdan aşağı bırakır.”
Bir müddet uçtuktan sonra…
Ahmet Hikmet’in yazdığına göre Cevheri, bir süre mükemmelen kanat çırpar ve uçar. Ancak kısa süre sonra çıkan rüzgarın “vasıtayı tayyarını” idaresini imkansızlaştırması neticesinde “düşerek parçalanır”… Hikmet, Cevheri’nin tercümeyi halinde tayyareciliğine dair pek ayrıntı bulunmamasını garip bulduğunu belirtir ve ekler:
“Milletdaşımız Cevheri’ye cihanda ilk uçmak isteyen mütefennin nazarıyla bakmak biraz güçtür. Cevheri’den elli altmış sene evvel yani üçüncü asrı hicrinin nısfı evvelinde (ilk yarısında) Endülüs’te şair Ebu Kasım-ül Abbas ibn Firnas dahi imal eylediği kanatlar ile uçmaya muvaffak olmuş ise de havadan yere inmek için tertibatında kusur eylediğinden düşmüş, ölmemesine rağmen sakat kalmıştır.” Evet, Resimli Gazete’de Ahmet Hikmet’in yazdıkları bunlar. Bugün de hem Cevheri, hem de ibn Firnas’ın denemeleri biliniyor. Çeşitli kaynaklarda bu denemelere dair bilgiler var. Ancak tüm kaynaklar her iki denemenin de başarısız olduğunu kaydetmiş.

 

Resimli Gazete’nin 13 Aralık 1924 tarihli sayısının kapağı. Bir kargo uçağı ile bir de balon fotoğrafının altında “Tayyarelerin sulh içinde hizmetleri: Kanatlı itfaiye heyeti” başlığı var. Fotoğraf altının ilk cümlesi ise, “Harp içinde memleketleri yakıp yıkmaya yarayan tayyareler sulh zamanlarında belediye işlerinde kullanılmaya başlandı.”

1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği