Venedik için denir ki, kişilerin en çok hayallerini süsleyen kenttir. Gerçekten de bu güzelim kente üçüncü kez gitmek üzere yola çıktığımda inanın bir kez daha sanki ilk kez görecekmişim gibi hayallere dalmaya başlamıştım bile. Yazar Charles Dickens’in bir sözü var, der ki, “Dünyada Venedik ile ilgili okuduğunuz hiçbir şey şehirdeki muhteşem ve etkileyici gerçeğe eş değer değil…” Evet değil…

 

Kentin en az kendisi kadar ünlü bir havaalanı var. Adı Marco Polo… 1254 yılında Venedik’te doğmuş olan Marco Polo ünlü bir gezgindir. Özellikle doğuya yaptığı gezilerle ünlenmiştir. Ama en önemlisi bu gezilerini kitaplaştırmış olmasıdır. İstanbul’dan THY’nin konforlu bir uçuşu ile sadece 2 saat 20 dakikalık bir süre sonunda artık Venedik’te Marco Polo havaalanında idim.

Venedik dünyada en çok görülmek istenilen kentlerin başında geliyor. Havaalanından kent merkezine gitmek için kullanabileceğiniz pek çok seçenek var. En çok kullanılanı ‘deniz otobüsü’ ya da ‘su taksisi’. Ben hayatımda ilk kez havaalanından kent merkezine gitmek için deniz otobüsünü kullandım. Aynı yolu dönüşte de izledim. İnanılmazdı... Bir saat önce havada iken, daha sonra kendinizi bir anda bu kez suyun içinde bulabiliyorsunuz. Ya da tam tersini… Zaten hayatımda hiç bu kadar su ile iç içe bir k ent daha görmedim.

 

Kentin merkezi San Marco Meydanı. Otelim de tam da bu meydanda olduğu için ulaşım konusunda hiç zorluk çekmedim. San Marco Venedik’in en kalabalık ve en hareketli meydanı. Burada şehrin en önemli yapıları diyebileceğimiz binalar yer alıyor. Bunların içinde en görkemlisi ‘San Marco Bazilikası’. Burası aynı zamanda ‘Altınların Kilisesi’ olarak da adlandırılıyor. 9. yüzyılda yapılmış olan Bazilikada muhteşem diyebileceğimiz altın heykeller, cam işlemeler ve oyma eserler yer alıyor. Binanın ön yüzünde yer alan yaldızlı ve parlak işlemeler adeta Venedik’in gücünü ve zenginliğini sergilemek amacı ile yaptırılmış. Denir ki bu kilise yapılırken İstanbul’daki Ayasofya Müzesi örnek alınmış.

Meydandaki görkemli ikinci yapı ise, ‘Aziz Mark’ın Çan Kulesi’. Tam 99 metre yüksekliği var. Adı Çan Kulesi ama aynı zamanda deniz feneri ve de rüzgârgülü olarak da görev yapıyor. Kulenin üzerinde bir de seyir terası bulunuyor. Kulenin üzerine çıktığınızda tüm şehri seyredebiliyorsunuz. Ancak ilginç bir bilgi var: Seyir terasından baktığınızda bir tek kanal bile gözükmüyor. Nedenini bilemiyorum.

Meydanda yer alan üçüncü büyük yapı ise Dükler Sarayı. Burası 9. yüzyılda bir şato olarak yaptırılmıştır. Ve Venedik Cumhuriyetinin yönetim merkezi olarak iş görmüş bir binadır. Ayrıca Mahkeme Salonu, Hapishane ve Venedik Düklerinin evi olarak da kullanılmıştır. Burası o kadar süslü ve o kadar da görkemli bir yapı ki anlatamam. 1923 yılında saray müzeye dönüştürülmüş. Müzenin içinde ‘Sırlara Yolculuk’ adı ile bir de tur düzenleniyor. Turda, Düklerin odaları, Sarayın kısımları ve Engizisyon odaları geziliyor.

Venedik, Kuzey İtalya’nın doğusunda, Adriyatik denizinin kuzey kıyılarında yer alan, bir kanallar ve köprüler kenti. Burası aslında bir ada şehir. Toplam 118 adacık üzerine kurulmuş. Venedik’in bu adacıklarını 170 kanal birbirinden ayırıyor. Bu kanallar üzerinde de 400 civarında köprü mevcut. Bu köprüler adacıkları birbirine bağlıyor. Bu köprülerin içinde en önemlisi ve en uzunu Venedik’i Avrupa kıtasına yani anakaraya bağlayan 4 km uzunluğundaki özgürlük köprüsü. Köprüde hem kara hem de demiryolu ulaşımı yapılıyor. Köprü, adeta kentin kapısı... Çünkü bu köprüden geçmeden Venedik’e girmek mümkün değil. Ayrıca kente kara taşıtlarının girmesi de yasak.

Venedik için öyle çok sıfat kullanılıyor ki sıralıyayım; ‘Maskeler Kenti’, ’Gizemli Kent’, ’Sular Kenti’, ’Kanallar Kenti’, ‘Köprüler Kenti’, ’Romantik Kent’ gibi.

 

Şehirde su trafiğinin ana hattını 3800 metrelik ‘Büyük Kanal’ oluşturuyor. Burada ya Vaporetto dedikleri motorlarla ya da özel gondollar ile kanal gezisi yapabiliyorsunuz. Büyük Kanalın üzerinde bulunan Rialto Köprüsü de en az Venedik kadar ünlü. Burası günün her saati o kadar kalabalık ki inanın gündüz köprüde resim çektirmem mümkün olamadı. Rialto Köprüsünün çevresi de turistlerin ilgisini çeken tezgâhlar ve dükkânlar ile dolu. Bunlarda daha çok camdan yapılmış eşyalar, takılar ve benzeri hediyelik eşyalar satılıyor.

Venedik’te bir köprü daha var; her baktığımda gözümün yaşardığı acıklı bir köprü... 1602 yılında yapılmış olan ‘Ahlar Köprüsü’ burası. Bu köprü saray ile hapishaneyi biri birine bağlıyor. Rivayete göre mahkûmlar hapishaneye girmeden önce son kez bu köprüden geçerlermiş. Ve buradan Venedik’in o güzelim manzarasına son kez bakıp iç çekerlermiş. O nedenle adı Ahlar Köprüsü olmuş. Aslında köprüye bu ismi veren 19. yüzyılda Lord Byron olmuş. Köprü beyaz kalkerden yapıldığı için taşları gece bile parlıyor. Oldukça etkileyici ve hüzünlü bir yer burası.

 

Bu tarihi yerlerin dışında, Venedik sokakları adeta bir tiyatro dekoru gibi. Bu sokaklarda dolaşmak, gezmek, zaman zaman kaybolmak bile ayrı bir heyecan yaratıyor. Küçük dükkânları, cam işlemeleri, dantelleri ve maskeleri ile her zaman gizemli bir kent olmayı hak ediyor Venedik. Burası aynı zamanda fotografçılar için de bir doğal plato. Karnavalı ile film festivali ile Venedik sanatseverler için çok renkli bir kent. İtalya’da her şehrin bir bayrağı var. Venedik’in bayrağı da kırmızı üzerine sarı işlemeli ve üzerinde kentin koruyucusu Aziz Marco’yu simgeleyen bir kanatlı arslan var.

Kent ile özdeşleşmiş gondolları anlatmadan geçmek olmaz. Şehirde yaklaşık 400 gondol olduğu söyleniyor. Eskiden tek ulaşım aracı gondol iken bugün tam bir turistik ve nostaljik bir taşıma aracı durumuna gelmiş. Gondola binmek için bir hayli sıra bekledim. Fiyatı da oldukça pahalı… Ancak müthiş keyifli… Gondolcuların kendilerine özel giysileri var. Ben müzik isteyince yanıtı hayır oldu. Artık serenat eşliğinde gondol turu yapılmıyor.

Venedik’ten yaklaşık 50 dakikalık bir uzaklığa gitmeyi düşünürseniz, iki ünlü adasını görmenizi öneririm. Bunlar Murano ve Burano adaları. Murano daha çok cam işçiliği ve renkli evleri ile ünlü bir ada iken Burano balıkçılık ve dantel işleri ile ünlenmiş bir ada.

Venedik için o kadar çok şey yazabilirim ki inanın yazımı bitirmeye zorlanıyorum. Venedik’e geldiğim gün ilk işim San Marco meydanındaki ünlü tarihi Cafe Florina’da (1720 yılında yapılmış bir kahve burası) bir kahve içmek olmuştu. Sanki içtiğim o kahve ile yeniden eski bir dostumla buluşmuş ve hasret gidermiştim. Kentten ayrılırken de aynı şeyi yapmak, bu kere de vedalaşmak istemiştim. Ancak bunu yapmak mümkün olmadı. Çünkü bir maraton dolayısı ile meydan kapatılmıştı. Ben de havaalanına gitmek için bindiğim deniz otobüsünden son kez kente el sallayarak veda ettim. İçimden derin bir ah çektim ve bir kez daha dedim ki güzel ve gizemli kent bir kez daha sana gelir miyim bilemiyorum ama olsun yine de görüşünceye kadar hoşça kal...

1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği