UTED Dergi Şubat 2016 sayısında yayımlanan Amrika başlıklı yazımda B727 uçak tip eğitimi için İstanbul’dan Seattle’a yaptığımız yolculuğu, pislik içindeki Commodore otelini ve gece yarısı başka otel arayışımızı anlatmıştım. Bu gün sizlere Seattle’da kaldığım 8 hafta boyunca yaşadıklarımızdan bazı kesitleri anlatmak istiyorum.

 

Apart Motelde yemek pişirilmesi
THY’nın kurs için verdiği harcırah yetersiz olduğu için, özellikle akşam yemeklerini kendimizin yapabileceği bir ortama ihtiyacımız vardı. Böylece hem tasarruf edecek hem de alışık olduğumuz yemekleri yiyebilecektik.
Grubun bir kısmı Camlin otelinin Cabanas denen kısmında kalıyorduk. Cabanas’ın yarım apart denen bir özelliği var, yalnız sabahları kahvaltı hazırlayıp yiyebiliyorduk, sıcak yemek yapma imkanımız yoktu. Türkiye’den gelirken yanımızda zeytinyağlı konserve yiyecekler getirmiştik, 5 arkadaş (ben, Bayram Aydın, Çetin Biber, Selahattin Dil ve Tuncay Oylum) akşamları bir araya gelip alemünit bir şeyler hazırlayıp yiyorduk.


Bu arada City Center Motel’de kalan arkadaşlarımızın bazıları 2 kişilik mutfaklı odalarda kalıyorlardı. Bizler de bu motelde mutfaklı bir yer bulup oraya taşınmayı araştırıyorduk. Akşamları, ders bitiminde Boeing’in servis otobüsü her iki otele de uğruyor, öğrencileri indiriyordu. Biz, bazı akşamlar servisten kendi otelimizde inmiyor, daha uzakta olan motele gidip yer açılıp açılmadığını soruyorduk. Sonunda mutlu sona eriştik, mutfaklı bir oda boşalmıştı, Camlin Otel’e hesabımızı ödeyip ayrıldık. Beş kişilik grubumuzdan iki kişi mutfaklı odaya diğerleri de normal odalara yerleştik.

Motel odasının büyük mutfağında yemek pişirme işlemlerine hemen başladık. Tuncay Oylum’un iyi bir aşçı olduğunu orada deneyerek öğrendik. Ev yemeklerini aratmayacak derecede iyi yemek pişiriyordu.

Yemek pişirme, aşçı yardımcılığı, bulaşıkcılık, sofra hazırlama, kaldırma ve oda temizlik görevlerini aramızda paylaştık. Sekiz haftanın geride kalan süresinde beraberliğimizde gayet iyi anlaştık, aramızda bir kırılma, darılma olmadı.

Çuvalla soğan
Tuncay, yemeklerde fazla miktarda soğan kullandığı için hemen her akşam markete uğrayıp 1-2 kilo da soğan alıyorduk. Bir seferinde Tuncay, her akşam 1-2 kilo yerine marketten bir çuval soğan almamızı önerdi.
Motele kadar taşıyabileceğimizi kararlaştırarak 20-25 kiloluk bir çuval soğan aldık ve motele kadar ikişer kişi ile taşıyıp oda kapısının arkasına yerleştirdik.

Motelin bir diğer mutfaklı odasında Mustafa Girit, bir başka grubun aşçılığını yapıyordu. Bazı akşamları bize uğrar “ bu akşam ne pişiriyorsunuz bakalım” diye aşcımızla fikir alış verişi yapardı. Memleketten gelirken getirdiğimiz konserveler için “valla akıllı adamlarsınız, bu kadar konserveyi nasıl getirdiniz, biz bunlara burada çok para veriyoruz, istediklerimizi de bulamıyoruz” demişti. Bir gün böyle bir ziyaret sonrası kendi odasına dönerken
kapının arkasındaki çuvalı gördü, “bu çuvalda ne var” diye sordu. Biz de “soğan” cevabını verdik.

İnanmadı, çuvalın ağzını açıp baktı. “Yahu, nereden aldınız bir çuval soğanı” diye sorunca laf olsun diye “gelirken Türkiye’den getirmiştik” dedik. Mustafa “vay be inanılmaz adamlarsınız, bir sürü konserve yanında bir de çuvalla soğanı taa Amerika’ya kadar taşıdınız ha, valla bravo” dedi. İnanmış gibiydi, biz de düzeltmedik.


Ertesi günü sınıfa “yahu bu Erhanlar memleketten gelirken 100 kutu konserve hazır yemek, bir çuval da soğan getirmişler” diyerek tüm sınıfa bizi ilan etti. Sevgili Mustafa kerdeşimin soğanları memleketten getirmiş olduğumuza gerçekten inanmış olduğunu sanmıyordum, biz onu doğaçlama olarak işletince o da herkese anlatarak bizi işletme yolu seçmişti.


Soğan allerjisi
Yine mutfaklı bir diğer odada Siyami Soysal abimizle Ersun Baltacı kalıyorlar ve kendi yemeklerini yapıyorlardı. Siyami abi, pişmiş veya çiğ, soğandan nefret ediyordu. Değil yemeğe koymak, soğanın ismi telaffuz edilince o ortamdan uzaklaşırdı. Ersun’la mutfaklı bir odada beraber kalma durumu meydana çıkınca Siyami abi ona açıkca “ Eve kesinlikle soğan girmeyecek, eğer kabul edersen odada beraber kalalım, yoksa kendimize başka arkadaş bulalım” demişti. Ersun, bu nedenle 6 hafta boyunca günlerini soğana hasret olarak geçirdi. Ersun’a bazı akşamlar pişirdiğimiz yemekten ikram ederek damak lezzetine hitap ettik. Siyami abi çok sevip saydığımız, yaşca ve meslek olarak büyüğümüzdü, Ersun, Siyami ustayı çok seviyor, sayıyorum, bu nedenle onun bu soğan allerjisine katlanıyorum diyordu.


Bu duruma bir başka örnek olarak uçak atölyesi baş teknisyenlerimizden Selahattin Süer (rahmetli) abinin de şeftali allerjisi vardı. Akranı arkadaşları seyrek de olsa, iş pardesüsünün cebine veya masasının üzerine şeftali koyarlar ve gösterdiği tepkiye gülerlerdi.

 

Nuri Oğuz’un hastalığı
Grubumuz içindeki baş teknisyenlerden Nuri Oğuz abi, eğitimin daha başlarında, bir Pazar sabahı Camlin Otel Cabanas’da aniden hastalanmış, aynı otelde kaldığımız halde, ertesi günü eğitime giderken otobüste öğrendik. Banyoda düşmüş, oda arkadaşı olan Turhan Mutlu (rahmetli), gürültüyü duyarak banyoya girince Nuri abiyi yerde baygın olarak bulmuş. Otel personeline haber vermiş, ambulans gelmiş ve hastaneye kaldırmışlar. Pazartesi günü Tibet Giray (daha sonra yıllarca Seatle’da Boeing’in Avrupa/Asya bölgesi satış Md. olarak çalıştı) öğretmenlerden birisi ile hastaneye giderek kendisini ziyaret etti. Döndüğünde verdiği haber hepimizi üzdü. Nuri abi beyin kanaması veya benzeri bir şey geçirmişti ve komadaydı. Doktorları yakında komadan çıkacağını umuyorlardı, her an komadan çıkabilir, ayıldığında yanında tanıdığı, bildiği bir insan görmesinde yarar var, bu nedenle gündüzleri bir arkadaşın hastanede yanında kalmasında yarar var demişlerdi. Bunun üzerine bir program yapıldı ve eğitim sona erinceye kadar her gün bir arkadaşımız hastanede Nuri abinin yanında nöbetçi olarak kaldı. Grubun büyük kısmı 6 haftalık B727 tip eğitimini tamamlayınca Amerika’dan ayrıldılar, ben dahil küçük bir teknisyen grubu uçuş kumandaları “rigging” eğitimi için iki hafta daha kaldık. Nuri abi bu süre içerisinde de komadan çıkamadı. Biz oradan ayrıldıktan bir süre sonra Türkiye’den gelen bir mühendis arkadaşımızın refakatinde Türkiye’ye getirildi. Burada gördüğü tedavi ile komadan çıktı, zorlukla da olsa yürüyebiliyor, konuşabiliyordu. Yıllarca böyle yaşadıktan sonra geçen yıllarda vefat etti. Bu vesile ile, Nuri Oğuz ve oda arkadaşı Turhan Mutlu’ya ve diğer vefat eden meslekdaşlarıma Allah’tan rahmet diliyorum.


Hastanede hasta bakımı Nuri abinin hastanedeki tek kişilik özel odasında nöbet tutarken, cevap vermese de duyduğunu varsayarak ona hitaben konuşuyor, elini elimize alıp baş parmağımızla elinin üstünü hafifce ovalıyorduk. Konuştuklarımızı duyduğunu varsayarak yanında bir arkadaşının, dostunun olduğunu ona hissettirmeye çalışıyoruk. Nöbetçi olduğum gün öğleden önce, odaya 4 hemşire birden geldi. Hastayı yapılacak bir test için odadan alacaklarını ve 1 saat sonra getireceklerini söylediler. Yanlarındaki tekerlekli sedyeyi diklemesine hasta yatağına yapıştırdılar. Yardım isteyip istemediklerini sordum, teşekkür edip hayır dediler.

 

İki hemşire hastanın bir tarafına geçti, diğer ikisi sedye tarafında kaldı. Ellerini, avuçları yukarıda kalacak şekilde hastanın altına soktular. Doğrusu hastayı bu durumda yataktan kaldırabileceklerine ihtimal vermiyordum. Hemşirelerden birisi “hazır, 1, 2, ve 3” dedi ve Nuri abi bir anda yataktan 5 cm kadar kesildi. Hemen arkasından sedyeye doğru götürülüp yavaşca sedyeye yatırıldı. Yönteme gıpta duydum. Nuri abi sarsılmadan 2-3 saniye içinde yataktan sedyeye geçmişti. Odadan çıkarlarken yardım için gelip gelmemem gerektiğini sordum, “gerekmez, bir saat sonra geriye getiririz” dediler. Bir süre sonra odaya bir başka hemşire geldi, yatağın çarşafını değiştirdi, yeni çarşafı her tarafından iyice gerdirdi, üzerinde bir ufak kat dahi kalmadı. Neden çarşafı böylesine gerdirdiğini sorduğumda bana “hasta komada ve hep aynı pozisyonda yatıyor, çarşaf buruşuk olursa katları vücudunda yara açabilir” dedi.

 

Arkadan hastamız geldi ve yine hazır,1, 2, 3 komutu ile Nuri abi sedyeden yatağına alındı. Öğleden sonra, bu defa 3 hemşire geldi. Bana “biz hastaya sakal tıraşı yapacağız sonra soyup yıkayacağız, isterseniz siz bu arada kantine gidip bir kahve için” dediler. Ben kalmayı yeğledim. Nuri abinin sakalını köpüklediler ve bir güzel traş ettiler. Hemşirilerden birisi “ Mr. Oguz yakışıklı adammış ama, tıraş olmadan belli olmuyordu” dedi. Rahmetli, benim ölçülerime göre de gerçekten yakışıklı bir adamdı. Arkadan “siz artık gitmelisiniz biz hastayı soyup yıkayacağız, bir kahve için, yarım saat sonra gelin” diyerek beni nazikce defettiler. Mecburen odadan çıktım, kantine giderek otomattan aldığım kahvemi içtim.

 

Amerikayı unutma
Haftanın bazı günleri “field trip” denen B727 uçaklarının üretildiği fabrikayı geziyoruz. Montaj hattında teknisyenler çalışıyorlar. Uçağın elektrik kablo demetleri (harness) binlerce kablodan bir mastar tezgah üzerinde bayan teknisyenler tarafından üretiliyor. Öğretmen, harness üretmenin dikkat ve sabır istediğini ve bu nedenle hatasız kablo demeti üretenlerin bayan olduğunu söyledi. Montaj hattında mekanik teknisyenlerin çalıştığı sehpaların birisinin üzerinde açık ağızlı bir anahtar duruyordu. Bir arkadaşımız anahtarı alıp üzerindeki yazıları okudu ve bize dönerek “şu milliyetçi Amerikalılara bakın, adamlar takımları üzerine bile Amerika’yı Unutma yazmışlar, değişik kökenli insanları vatanlarına bağlı kılmak için kullanılan bir yöntem olsa gerek” dedi. Merak edip ben de anahtarı elime alıp baktım üzerinde “Drop Forged - USA” yani, “ Dövme Çelik - ABD ” yazıyordu. Arkadaşımız, “Drop Forged - USA” cümlesini “Dont Forget - USA” olarak okumuştu anlaşılan.


Somon Balığı
Boeing, bazı hafta sonları teknik eğitim merkezindeki öğrencileri otobüsle şehir dışı gezmesine götürüyordu. Bu gezilerde önceden her şey organize ediliyor, yemek saati rezervasyonlu lokantaya gelindiğinde masalarımızı hazır buluyorduk. Bu gezilerin birisinde Taylor’s Landing bölgesindeki restoranda ilk defa (o zaman ülkemizde bilinmeyen) somon balığı (salmon fish) yedik ve çok beğendik. Portakal renginde lezzetli bir eti vardı. Geziye katılan öğretmenlerden birisine bu balığı şehirde nerede yiyebiliriz diye sordum, bana şehir dışında taksi ile gidilebilecek meşhur bir somon restoranın adını yazıp verdi. Bir akşam 4 arkadaş bir taksi tutarak şoföre lokantanın adını verdik. Taksi bizi şehir dışında tenha bir yere götürdü. Karanlık bir yerde, ağaçtan yapılmış devasa, ahır gibi bir yerin önünde şoför “geldik” diyerek bizi indirdi. Kapının üzerinde neonlarla restoranın adı yazmasa şoför bizi dağ başında arabadan indirdi diyeceğiz. Şoföre parasını verdik ve çekinerek büyük ağaç kapıyı açtık.


Dışarıdaki karanlığın aksine içerisi bol ışıklı, ayakta 15-20 insan, bazıları duvar diplerinde ufak masalara oturmuşlar, bazıları ayakta, ellerinde birer kadeh içecek, gevezelik ediyorlar. Ortada masa veya yemek yiyenler yoktu, burası bir restorandan ziyade bir kokteyl salonuna benziyordu. Şoför bizi yanlış bir yere mi getirdi derken girdiğimiz kapının tam karşısında bir başka ağaç kapı açıldı. İçeriye bir göz attım ki inanılmaz büyük ve ışıl ışıl bir salon, insanlar yemeklerini yiyorlar. Tamam doğru yerdeydik ama yemek salonuna nasıl girecektik? O sırada salonda bir hopörlerden bir şeyler söylendi. Bir kaç kişi köşedeki kürsüde duran papyon kravatlı adama gittiler. Adam onları arkasına kattı ve içeriye yemek yenen salona aldı. Geçte olsa öğrenmiştik, önceden rezervasyon yaptırmadığımız için o adama ismimizi yazdırıp uygun masa boşalana kadar bekleyecektik.


Arkadaşlar, “İçimizde İngilizce bilen sensin, git ismini yazdır” deyince, gidip 4 kişilik bir masa isteğimi söyledim. Yabancı isim olduğu için soyadımı yazamadı, ben de kodladım, önündeki deftere yazdı. “Ben çağırıncaya kadar bekleyin lütfen” dedi. Duvar dibinde boşalan bir masaya oturduk. Bayan bir garson gelerek masaya içecek, patates gevreği (cips)i ile çanak içinde bir sos bıraktı. Bu sos inanılmaz acıydı ama patates gevreği ile iyi gidiyordu, zaten yeteri kadar acıkmıştık, kısa sürede tükettik. Kürsüdeki adamın anonslarına kulak veriyor, İnanç çağrısını bekliyorduk. Uzun bir süre sonra arkadaşlardan birisi “abi, adam 2 defadır sesleniyor ama kimse gitmiyor, şunu bir dinlesene bakalım ne diyor, sakın bizi çağırıyor olmasın” dedi.

Gerçekten adam bir süre sonra ” Mister Ayneng, Mister Ayneng” dedi. Kalkıp yanına gittim, kimi anons ettiğini sordum. Parmağının ucuyla defterde benim adımı göstererek “Mr Ayneng?” diye sordu. Böylece Amerikada İnanç’ın Ayneng diye söylendiğini öğrenmiş olduk.


Yabancı diyarda acemilik zordu, dayak yer gibi öğreniyorduk bilmediklerimizi.

 

Seattle sokaklarında güvenlik
Hastane nöbetim olduğu bir gün Boeing Eğitim Merkezinden bir öğretmen beni özel arabası ile hastaneye götürüyordu. Şehrin içinde ana caddelerin birisinde kırmızı ışıkta durunca panik içinde bana “lock your door” dedi ve kendi tarafındaki kapının kilit pimine basarak kilitledi, ben de aynısını tekrarladım. “Şehrin içerisinde genellikle zenci silahlı soyguncular var, kırmızı ışıkta duran arabaların kapısını aniden açıp silah zoruyla içinde oturan kişileri kolundan tutup dışarıya atıyorlar, kendileri de arabayı alıp gidiyorlar. Polis, arabaların kapısını devamlı kilitli tutun diye öğüt veriyor, ben yola çıkarken unutmuştum, burada kırmızı ışıkta durunca birden hatırlayıp panik yaptım” diye bilgi verdi.


Arkadaşlarımızdan birisi hava kararmadan hemen önceki saatlerde sokakta yürürken sırtınan sivri bir şeyle dürtülmüş ve ensesinde emredici bir ses “give me a quarter” demiş, arkadaşımız haklı olarak çok korkmuş, cebinden bir 25 cent çıkarıp yüzünü görmediği adama vermiş. Sırtına dürtülen şey, bir bıçağın ucu olabileceği gibi bir işaret parmağı da olabilir ama, sonuçta birisi tehditkar ifade ile para istemiş ve almıştı. Ben bunları duydukça Amerika’da yaşamanın çok tehlikeli olabileceğine inanmıştım. Bizim ülkemizde çok şükür böyle olaylar yaşanmıyordu. (Evet, o zamanlar (1975) yaşanmıyordu ama 1985 ten sonra daha kötülerini de yaşamaya başladık maalesef. Şimdi insanlarımız çantalarını kaptırıp yerlerde sürüklenerek öldürülüyorlar. Demek ki, 10 yıl içinde kötü örnekleri ile küçük Amerika olmayı başardık)


Türk görünce bırakmam
Yine öğretmenlerin birisinden Seaatle’ı kuş bakışı seyreden bir tepedeki Café’nin adını, adresini almıştık. Bir Cumartesi günü taksi ile oraya gittik. Oldukça yüksek olan binanın en üst katındaki Roof Café’ye çıktık. Geniş ön camlarından şehre bakan bir locaya oturduk, pasta ve kahvelerimizi söyledik, şehri seyrediyoruz. İki arkadaşımız lavaboya gitmek istedi. Garsona tuvalet nerede diye sorduk ama, zor anlaştık. Amerika’da tuvalete toilet değil, Rest Room (dinlenme odası) dendiğini bilmiyorduk. Arkadaşlar gittiler ama, dinlenemeden geriye geldiler. Yanlarında orta yaşlarda sarışın bir kadın vardı. Birisi “abi bu bayan bizi tuvaletin kapısında yakaladı, birşeyler söylüyor anlamıyoruz, bir dinle bakalım ne istiyor” dediler. Kadın, kocasının Türk olduğunu, bir Türk’e rastlarsa muhakkak kocasına haber vereceğine söz verdiğini, şimdi onu telefonla arayıp Caféde Türklere rastladığını anlatacağını söyledi. Biz bir kahve içip gideceğiz, bekleyemeyiz dedim. Kadın, “kesinlikle olmaz, kocam çok üzülür, ne olur bekleyin ona bir telefon edeyim size haber vereceğim” dedi. Kıramadık, kabul ettik.

5-10 dakika sonra kadın tekrar geldi, kocasının 2 saat içinde oraya geleceğini, bizleri alıp evlerine götüreceklerini ve lütfen beklememizi söyledi. Bayan arada bir gelip bize bakıyor, “tamam bekliyorsunuz değil mi” diyordu. Bayağı meraklanmıştık. Sonunda gözleri çekik, tatar görünümlü 50-55 yaşlarında birisi geldi, ellerimizi sıktı, kendini tanıttı; Seyit Ömer.

 

Biraz oturup Türkçe sohbet ettik. Adamın hayatı romanlara konu olacak kadar enterasan, bir o kadar da acıklı idi. Türkmenistan Türk’ü imiş. SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) üyesi olan ülkesinde 2. dünya savaşında liseyi bitirdiği sırada Ruslar zorla kızıl orduda askere almışlar, Almanlara karşı savaşmış ve esir düşmüş. Alman esir kampındaki Türkmenler Almanlardan kendilerinin zorla Rus askeri yapıldıklarını, Türk olduklarını ve serbest bırakılmalarını istemişler. Almanlar, bunların sünnetli olup olmadıklarını incelemişler, Türk olduklarına inanmışlar ve “buradan ancak Alman askeri olup Ruslara karşı savaşmayı kabul ederseniz çıkarabilirsiniz, karar sizin” demişler.


Bunlar, kendi aralarında tartışarak esir kampında öldürülmekten daha iyidir diye teklifi kabul etmişler, Alman uniforması giyerek cephede Ruslara karşı savaşmışlar, pek çoğu savaşta ölmüş, kurtulanlar da Amerikalılara esir düşmüşler. Seyit Ömer, bir süre Amerikan esiri olarak kaldıktan sonra serbest bırakılmış ve vatansız (Heimatlos) kimliği ile Almanya’ da kalmış. Orada, şimdi eşi olan bu Alman bayan ile tanışıp birbirlerini sevmişler ve evlenmişler. Sonra muhaceret yasası içinde müracaat ederek Amerika’ya göç edip ABD vatandaşı olmuşlar. Seyit Ömer, İngilizce öğrendikten sonra karısı çalışıp evin geçimini sağlarken kendisi üniversiteye gitmiş, uçak mühendisi olmuş, sekiz yıl kadar NASA’da çalıştıktan sonra Boeing’e geçmiş ve o günlerde de Seattle-Everet’teki fabrikada B747SP dizaynında çalışıyormuş. B727 uçakları Boeing’in Renton’daki, B747 uçakları ise Everett’deki fabrikasında üretiliyordu.


Arabaları ile bizi evlerine götürdüler. Bir kızları vardı. Evlerinde salonun duvarlarında Türkiye’den resimler ve bir saz asılı idi. Bizlere ne ikram edeceklerini şaşırmışlardı.


Seyit Ömer’in, eşinin adı Monika idi. Karısının, tanıştıklarından beri kendisini tam desteklediğini, vatan hasretine anlayış gösterdiğini, onun mükemmel bir hayat arkadaşı olduğunu anlattı. Seyit Ömer T.C. vatandaşı değildi, yıllar sonra halasının Eskişehir’de olduğunu öğrenmiş, iki defa onu ziyaret için Türkiye’ye gittiğini, hiç yaşamadığı halde orasının gerçek vatanı olduğunu, kendisini Amerika’da, tüm konforlu yaşamına karşın, sürgünde hissettiğini anlattı. Seyit Ömer’in anlattıklarından fırsat buldukça eşi Monika ile Almanca konuştum, ana dilini konuşmaktan o da mutlu olmuştu. Seyit Ömer’in anlattıkları beni derinden etkilemişti. 17-18 yaşlarında yurdundan, anne babasından koparılmış, Rus ve Alman ordularında zorla savaştırılmış, dünya yüzüne savrulmuş gariban bir insandı ve bu insan, vatandaşımız olmasa da, bizden birisiydi. “Ben Türküm, Türkiye benim vatanım” diyerek mutlu oluyordu. Bu nedenle Seattle’da bir Türke rastlasalar, evlerine davet ediyorlardı. 1975’ten 2016’ya, aradan 40 yıl geçti, Seyit Ömer hala yaşıyorsa sağlıklar, öldüyse Allah’tan rahmet diliyorum.


Bir başka anı yazımda buluşmak üzere sevgiyle kalın.


1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği